Koma film analizini içeren bu yazımızda 2019 Rusya yapımı The Coma filminin sembolik yorumlamalarını masaya yatıracağız. Her film analizi yazımız gibi bu da spoiler içerir. Koma filmini izlemeyenlere izlemelerini öneririm. Zaten bu aralar kaliteli yapım pek çıkmıyor ve bu film aman aman olmasa da özgün bir senaryoya sahip. Sürükleyici olduğu için de hemen bitiyor. Nitekim bu eleştiri yazımızda filmin teknik kısmından çok arka planda kullandığı fikre odaklanacağız. Yani film bahane, ilham alıp ufuklarımızı genişletmek şahane! 🙂
Koma filmi bu güne dek romanlarda, sinemada ya da diğer görsel sanatlarda pek değinilmeyen bir konuya değinip bilinç nedir sorusunu komaya girme deneyimi üzerinden anlatıyor. Gerçekten de bu düşünülesi bir durum. Nitekim daha çok küçük yaşlarda komaya girenleri etrafımda ve televizyonda duyduğumda “Acaba uykudalar mı, rüya görüyorlar mı yoksa bizi duyuyorlar mı?” diye kendi kendime sorguladığımı hatırlıyorum. Nitekim büyüdükçe ve araştırmalar yaptıkça bu merakım daha da artı. Çünkü bilinç kavramı öylesine soyut ve öylesine merak uyandırıcı bir bilinmezdi ki; ancak ve ancak bu kavramı anlamak için etrafında dolanıp etkilediği şeyleri inceleyebiliyordu insanlık. Komaya girmek de bilincin durumuna etki eden “hal”lerden biri.
Koma kelimesinin kökü yunancada “derin uyku” anlamına gelen “κῶμα” kelimesi. Aslında tanımı basit. Derin uyku. Fakat bilincin esrarı henüz çözülemediği için nasıl ve neden gerçekleştiği de tam olarak çözülebilmiş değil. Yine de basitçe şu şekilde açıklanıyor:
Bir insanda bilinç hali için iki önemli nörolojik bileşenin çalışması gerekir. İlk olarak beynin dış katmanını oluşturan gri madde yani korteks, diğeri ise beyin sapında bulunan ve “Retiküler Aktive Edici Sistem” denilen, bilinçli (uyanık) olma durumunu sağlayan bir yapıdır. Bu yapılardan birisi veya ikisinin fonksiyon kaybı koma durumuna neden olur.
-Vikipedi / Koma
Konuyla ilgili daha teknik ve tıbbi bir tanım için linke tıklayabilirsiniz.
Bilinçli olma halinin çeşitli sebeplerle kaybı koma ise bilincin tanımına da bir göz atmakta fayda var:
Bilinç, genel olarak, insanda farkındalığın, duygunun, algının ve bilginin merkezi olarak kabul edilen yetidir. Zihnin kendi içeriklerinin farkında olduğu, içe bakış yoluyla bilinen, duyumları, algıları ve anıları ihtiva eden bölümüdür. Tanımlaması daha çok doğrudan olmasından ziyade dolaylı yollardandır (farkındalık gibi) ve birçok farklı şeyi ifade edebildiği için zordur. Çünkü bilinç ağırlıklı olarak kişisel bir deneyimdir. “Bir kişinin kendi varlığının / var oluşunun, duyularının, düşüncelerinin, çevresinin farkında olması.” olarak da tanımlanır.
-Vikipedi / Bilinç
Görüldüğü üzere tanımı tam manasıyla yapılamıyor, bilincin etki ettiği şeyler üzerinden yapılıyor. Koma sürecine geri dönersek; özetle beyinde bulunan “Retiküler Aktive Edici Sistem” bilincin açıp kapama düğmesi. Çeşitli travmatik olaylarda bu butona basılınca bilinç kapanıyor. Bu buton gerekli koşulların artık sağlandığına karar verdiğinde de tekrar bilinci aktive ediyor. O halde bilinci bir tür hal / durum olarak tanımlarsak (farkında olma hali, uyanık olma hali…) bilincin bedene girip çıkan bir “şey” olduğunu da söyleyebiliriz. Çünkü varlığından ve yokluğundan söz ediyoruz. (Bilinç kaybı, bilinç yitimi, bilinci yerine gelmek, bilincinde olmak vs…) Bilinç bedendeyken ne olduğunu az çok anladık. Farkındayız… Hem içsel hem de dışsal algılarımızı açık ve hem içsel hem de dışsal bir etkileşim içinde olabiliyoruz.
Fakat bilinç bedende değilken nerededir?
Bu biraz komik bir soru. Çünkü bilinci başını alıp giden asi bir ergen gibi imajine etmemize yol açıyor. 🙂 Belki gitmiyordur da açık kapı bulamadığı için bedene giremiyordur… Yine de bedende değilken nerede / nasıl? gibi sorular halen havada kalıyor.
Bilincin tanımına bu noktada daha fazla girmeyip konuya devam edeceğim çünkü bu apayrı bir yazının konusu. Bilinç konusuna eski yazılarımda da ara ara değinmiş olsam da gerekli bilgi altyapısını tamamladığımda ve ilham geldiğinde bu konuyu detaylı anlatacağım bir yazı yayımlayacağım. Öyle hissediyorum ki devrimsel bir yazı olacak… O nedenle takipte kalın. 🙂
İşte Koma filmi tam da bu havada kalan sorulara kendi perspektifinden sanatsal ve metaforik yorumlar getirmiş. Filmi böyle okursanız mantık hatalarına takılı kalmazsınız çünkü adı üstünde: Sanat. Öznel bir bakış açısı. Ve filmde görsel olarak gördüğümüz her şey, anlatması hayli zor soyut meselelerin (bilinç, anılar, benlik algısı vs.) görselleştirilme çabası. Bu durum, hayatında ilk defa gördüğün ve başka kimsenin görmediği bir rengi tarif etmeye benziyor.
Koma filmi yukarıdaki sorulara şu replikle cevap veriyor:
Komadasın, gördüğün her şey de anılar. Komaya girenlerin anıları… Komaya giren herkes aynı yere düşer. Yani buraya. Beynimiz bir hatıra alanı yaratır. Komada bu alan açılır ve her şey başlar. Frekans dalga alıcısı gibi. Evler. Eşyalar. İnsanlar. Hatırladığımız şeyler burada. Hatırlamadığımız şeylerse yok.
-Koma Filmi
Yani filme göre komadayken bilincimiz kolektif bir alana düşüyor. Kadim yazıtlar ve dinler aslında bu alana spatyom ya da araf diyor. Nitekim neredeyse dünya üzerindeki tüm dinlerde farklı dillerde farklı kelimelerle olsa da var olan bu kavram bir bilinç durumuna işaret ediyor. Nitekim Spatyom ya da araf bir mekan gibi sembolize edilse de aslında bir mekandan ziyade bir hal olarak tanımlanır. Çünkü insan bu haldeyken zihninden ne geçirirse gerçeğe dönüşür. Mesela hayatta yılandan korkan biri arafta bu korkusunu aklına getirir ve sürekli yılan düşünürse etrafında yılanlar olacağı söylenir. Eğer kişi güzel hal ve anılar düşünürse, bilincini o hallere rezone ederse etrafında da o güzel anların olacağı anlatılagelir. Koma filmi de aslında böyle bir alana işaret ediyor. Sense8 dizi analizimde de biraz bahsettiğim morfogenetik alan olarak düşünebilirsiniz bunu. Yani kolektif bir bilinç durumu. Meşhur 100. maymun deneyi de bu kolektif bilinç durumunu açıklar. Maymunlardan sadece 1 tanesine belirli bir hareketi yapmayı öğretiliyor fakat zamanla tüm diğer maymunlar kendilerine öğretilmeyen bu hareketi yapmayı biliyorlar. Çünkü ortak bir alana bağlılar ve o alandan bir şekilde veri çekiyorlar.
Koma filminin de mekanı bu bahsi geçen ortak bilinç alanı. Kadimler buna akaşa adını vermişler. Akaşa görüşüne göre evrende var olan tüm bilgi madde ötesi bir boyutta saklanıyor. Bir tür kopyası tutuluyor. Yani şu an aklınızdan geçen her şey, tüm konuşmalarınız, yaşadıklarınızın görüntüsü vs. yaratılan her yeni bilgi bir tür güvenlik kamerası gibi kayıt altına giriyor. Bu görüşe göre, kayıtların tutulduğu alana “akaşik kayıtlar” deniyor. Tarih boyunca pek çok “üstat” olarak nitelendirilen insanın bu alana girip çıkmayı başardığı yazılıp çizilir. Hatta 1800’lü yıllarda yaşamış, Goethe’nin öğrencisi alman bilim insanı ve filozof “Rudolf Steiner”‘ın akaşik kayıtlara ulaşıp oradan edindiği bilgileri yazdığı kitap serileri vardır. Bir kitabında Atlantis ve Mu uygarlıklarını o denli detaylı anlatır ki bir gezi rehberi gibidir. Hiç bu güne dek yazılıp çizilmemiş teknolojilerden bahseder. Bir başka kitabında ise Evrenin oluşum anına kadar gitmiş ve gördüklerini detaylarıyla yazmıştır. Steiner gibi tarih boyunca pek çok insan bu alana girip çıktığını iddia etmiştir. Bilim bu iddiaları doğrulama ya da yalanlama konusunda sessiz kalsa da kuantum fiziği üzerine yapılan yeni deneylerde evrende gerçekten de her şeyin frekans formunda kaydı olduğu ve sadece bu atom altı düzeydeki frekanslara girerek geçmişin bilgisinin alınabileceği keşfedildi. Hatta kuantum alanda teorik düzeyde de olsa, geçmiş değiştirilerek geleceğin yönünün dahi değiştirilebileceği düşünülüyor.
Koma filmindeki bilim insanı söz konusu bu alana girmenin bir yolunu bulmuş gibi görünüyor. Fakat onun derdi bu alandan bilgi almak değil aksine bu alanda kendi evrenini yaratmak… Bu açıdan filmin senaryosunu gerçekten özgün buluyorum. Inception filminde de belki benzer bir tema vardı, rüyalar aleminde kendi evrenini inşa eden bir kadın söz konusuydu… Fakat koma filiminde tek bir kişinin bilinç evrenine girmek yerine ortak bir alana giriyoruz. Dahası bu alanda bir evren inşa edilip içerisinde yaşanılabilen bir hayat kurulabiliyor.
Koma filminin senaristi, akaşik alanda ya da kolektif bilinç alanında yaşamak gibi çılgınca bir fikirler geliyor. Filme göre insan kendi bedeninden bilincini tamamen koparmadığı sürece yani kendi anıları, kendi varlığı içinde yaşamaya devam ettiği sürece ölümden kaçamaz. Filmde ölüm / azrail olarak sembolize edilen yaratıklar aslında entropi. 🙂 Çünkü zihni, beyin nöronlarını çürütüyorlar. (Entropi / çözülme/ parçalanma / bozulma…) Böylece bilinç tekrar bedene gireceği kapıyı tamamen kaybediyor ve yok oluyor. Aslında yok olmayıp kaynağa geri dönüyor fakat bu bilinçte biz bunu bir yok oluş olarak görüyoruz. Nereden mi biliyorum? Filmin bizzat referans gösterdiği Mısır ritüellerinden. 🙂
Filmde bolca geçen antik Mısır göndermelerinin sebebini zaten filmdeki bilim insanı açıklıyor: “Antik hükümdarlar oraya giderlerdi…” Gerçekten de Mısır kayıtlarına göre ve “Mısır Ölüler Kitabı”nda detaylı açıklanan ritüellerde Mısır rahipleri bir insanı denek olarak kullanıp onu neredeyse ölümün eşiğine getirip onunla çeşitli ayinler yapıyorlardı. Rahiplerin amacı ölüler diyarından bilgi almaktı. Yukarıdaki varsayımımızı, düşünce deneyimizi bu doğrultuda sürdürürsek: Bilinç bedene girip çıkan bir “şey” ve o şey bedenden çıksa da her an bedene geri girmek için hazırda bekler gibi. Çünkü kapı açıldığı anda tekrar içeri girebilmesi için arada bir bağ olması gerek. Yine antik inançlara göre “gümüş bağ” denen bu bağla Mısır rahibi; bilinci kendi tabirleriyle “ölüler diyarına” giden kişi ile kontakta kalmaya çalışıyordu. Tıpkı koma filmindeki bilim insanının denekleri bir makineye bağlayıp kontrollü bir şekilde komaya sokması ve onlardan elektronik cihazlarla veri toplaması gibi… (Bu açıdan bakınca bu sıkıcı film bambaşka bir hal alıyor 🙂 ) Benzer temada bir dizi izlemek isterseniz “The OA” dizisini de izleyebilirsiniz. Neredeyse aynı “Mısır ölüler diyarına geçiş” metaforundan ilham almış bir dizidir.
Mısır inancı bilincin bu dünyadan göçüp kaynağa dönmemesi için büyük çaba sarfetmiş bir din idi. İslami ve tasavvufi inançta bir an önce bu dünyadan arınıp en saf halimizle kaynağa geri dönmek, hiç olmak isteği varken Mısır inancında tam tersi bu dünyada kalmak ve hiç gitmemek için bir güdü vardı. Kralların mumyalanma sebeplerinden biri de bu güdüydü. Nitekim mumya temalı pek çok popüler filmlerde bunun yansımalarını görmüşsünüzdür: Firavun kendini mumyalatır ve binlerce yıl sonra DNA’larından tekrar diriltilir gibi gibi… Bu dünyada kalma güdüsünün arkasında firavunun sonsuza dek ölüp yeniden dirilme döngüsünden çıkıp gerçek kral yani tanrı olma isteği vardı. Bu da maddeye hükmedebilmekle mümkündü. Elbette burada bahsi geçen tanrı mutlak tanrı inancı değil. Yani doğmamış ve doğrulmamış olan değil. Demiurgos yazımda da bahsettiğim tarzda bir “ara tanrı” inancı. Çünkü mevcut yaratımı istediği gibi şekillendirmek istiyorlardı. O nedenle rahip sınıfı Antik Mısır’da çok güçlüydü.
Filmde koma durumunda olan denekler vasıtasıyla kolektif alanı daha iyi tanıyan bilim insanı entropiden yani nihai yok oluştan kurtulmak için yeni bir ada yaratmak ister. Bu ada mevcut anılardan yaratılmadığı için entropinin yani zihnin anıları öldüren birimlerinin ulaşamadığı bir yerde olacaktır. Mısır rahipleri de aslında firavunu bu ölüm zebanilerinden kaçırmaya çalışır; firavunun ölümünden hemen sonra yaptıkları bazı ritüellerle onu ölüler diyarında yönlendirmeye çalışırlardı. Eğer ölümden kurtulabilirse, firavunun bilinci kaynağa geri dönmeyip o akaşik alanda kalacak ve dünyaya daha üst bir boyuttan hükmedebilecekti. (Bu noktada elbette antik Mısır inançlarından bahsediyorum, bu böyledir demiyorum.)
Filmde ana kahraman gerçek hayatta kendi potansiyelini gerçekleştirememiş olduğu için bu soyut evren onun ideallerine çok uyuyordu. O nedenle film biterken bile bu saçma sapan ve kimsenin onu anlamadığı dünyada olmaktansa o soyut evrende olmak konusu adamın kafasını kurcalıyordu. Fakat şunu söyleyebiliriz ki; bilinç nasıl bedenlerimizi birer avatar gibi yönetiyor / yönlendiriyorsa bilincimizi de yönlendiren daha üst bir güç var. Bilinçli olma hali komadayken bir yerlerde dinleniyor olsa da öldüğümüzde kuşkusuz sonsuza dek o dinlenme alanında kalmıyor. Einstein’in de dediği gibi enerji yok olmaz. Sadece dönüşür… Dönüşüyor ve belki başka bir bilince belki de mutlak bilincin kendisine dönüyor. 🙂 Bilincin mevcut bedende ya da bu boyutta sonsuza dek kalması aslında bile bile hapiste kalmak gibi… Sonsuza dek özgürleşmek varken tıpkı filmdeki bilim insanının yaptığı gibi ne kadar güzel olursa olsun sınırlı bir adada kalmak istemek, altın kafesteki kuş demek.
Mevcut yaşantımızda başımıza gelen talihsizlikler, sıkıntılar ve açmazlar aslında Mısır firavunları gibi olmayalım; bu dünyaya kazık çakmak istemeyelim diye varlar… Çünkü tıpkı filmdeki adamın zihniyle düşünüp bir duvar yaratması gibi, bu dünya da daha üst bir bilinç tarafından yaratılmış bir duvar. Bu duvarlara alışmak değil, aşmak gerekiyor. Alışmayalım diye de bu hayata bizi isyan ettirecek deneyimler yaşıyoruz bazen. Fakat beşeri, beşeri olanı kandırmak kolaydır. Tıpkı filmdeki bilim insanı ya da ana kahraman gibi başka bir boyutun kapısı aralandığında onu hakikat sanabilir, bir yaratımdan kaçıp başka bir yaratıma geçmek istiyor olabiliriz. Koma filminde de eleştirildiği gibi pek çok “yaşam koçu“, “kişisel gelişimci“, “guru” ya da onların takipçilerinin başına gelen de budur. Kendilerine bir illüzyon yaratırlar ve o illüzyonu hakikat sanırlar.
Oysa asıl hakikat yaratılmamış olandır. Yaratılmamış olana da onun yaratımından geçerek ulaşılabilir. (Yol-Yolcu-Seferi)
Beyin hücrelerimizin arasındaki sinapsislerde kaybolmak, eski anılarda hapsolmak yerine bilicin bizzat kendisi olduğumuz; dolayısıyla sen ve benin kalmadığı varoluşlarda yeniden bir ve bütün olmak dileğiyle… 🙂
“The Glass Harmonica” adlı 1968 Rus yapımı çizgi film – Mor Ve Ötesi “Uyan” klibi:
Ek not: Belki sadece benim hüsü kuruntum belki de Rusların ABD’ye karşı zekice bir göndermesidir fakat filmdeki bazı sahneler şöyle de okunabilir: Mimarın şehir tasarımının ortasındaki bina yıkılan ikiz kulelere benziyor. Hatta bu binaların filmdeki parçalanışı sahnesi de ikiz kulelerin parçalanma anına benziyordu. Eğer böyle okursak; kapital düzen içerisindeki idealist ve masum bilinçlerin kendini bu düzen içerisinde gerçekleştirememesi ve hükümetin mevcut düzeni yıkıp (koma evreninde gökyüzünde bir yolcu uçağı da görünüyordu) yeni bir düzen yaratması olarak düşünülebilir. Bilim insanının mimarın tasarımını elinden alıp kendisine elitist ve seçkinci bir evren yaratması dünyayı yönetenlere bir gönderme olabilir. Yani özetle sömürü düzenine bir gönderme… Rusları biraz tanıyorsam siyasi ve sosyalist göndermeler yapmadan böyle büyük bütçeli filmler yapmazlar. 🙂 Siz de kendi fikirlerinizi, filmden okumalarınızı yorumlar kısmında paylaşabilirsiniz.
E-Mail ile Takip Et
Her ufuk açıcı yeni yazı yayımlandığında e-mailinize bildirim almak için mail adresinizi kaydedin:Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Güzel bir filme benziyor, izleyeceğim. Rusları, Batılılardan daha derin bulurum.
Bana bilinç sıvı, akıl esnek, mantık katı bir şey gibi geliyor. Herkesin bilinç düzeyi farklı olmakla birlikte, aynı bilinç düzeyine sahip olanlar dahi farklı farkındalık alanlarında uzman olabiliyor. Diğer yandan şuur ve bilinç arasındaki ilişki de aydınlatılmayı bekliyor. Ancak neden bilmiyorum, ben bilinci resmetmek istiyorum. Ana taslak omurga gibi uzun ince mi olmali, yuvarlak mi olmali yoksa yuvarlakları birbirine tünellerle mi bağlamalı? Ve tabi renkler ?..
Not: DNA sentezi sırasında, DNA sarmalını açan topoizomeraz enzimini İsrafil, acılan sarmalı kesen helikaz enzimini ise Azrail olarak nitelendiriyordum. Entropi de bunun sonucunda gelip, sinapsleri tekrar düzenliyor. Uyanışın beyinden değil de DNA’dan, çekirdekten, başlıyor olması bana makul geliyor.
Elbette. Uyanış beyinden başlamıyor. Blogta çok bahsetmediğim ama bana çok makul gelen bir görüşüm var: Beyin, zihin, akıl… Bunlar sadece birer araç. Bunları kullanabiliriz fakat bunların bizi kullanmasına izin vermemeliyiz. Zaten o nedenle meditasyon ve imajinasyon önemli iki uygulama… Bu tür uygulamalarla zihne kimin hakim kimin araç olduğunu hatırlatıyoruz. Aksi taktirde zihni başı boş bıraktığınızda size hükmeder ve onun kuklası olursunuz. Zihin çevre tarafından programlanmış önyargı ve kalıplardan oluştuğu için de bu hoş bir deneyim olmaz. O nedenle zihni bir kenara bırakıp (onu sadece ihtiyaç duyduğumuzda kullandığımız bir araç olarak görüp) ÖZümüzle, öz bilincimizle bir olma yoluna girmemiz gerekiyor. Ki zaten onla bir ve bütün olduğumuzda artık ikilik de kalmayacaktır.
ÖZetle size katılıyorum. Uyanış beyinden değil öz kodlarımıza ulaşmamızdan başlıyor.
Bilincin resmi çalışmanızı görmek isterim. Her ne kadar pek yapamasam da bir izleyici olarak resim sanatına hayranım ve büyük önem veriyorum. Çünkü resim sizin de örneklediğiniz gibi anlatılmayanı anlatmayı, gösterilemeyeni göstermeyi mümkün kılar.
Bilincin formu ve rengine gelince… Rengini bilemeyeceğim fakat bilinç katman katman olduğu için renksizlikten beyaz renge oradan da mor renkten açık mavi renge ve koyu maviye sırayla dönen gradient bir yol gibi düşünülebilir. Bu bağlamda uzun ince olması ön görülse de öyle bir resmedilmeli ki bence hem uzun ince hem de dairesel / döngüsel olmalı. Bir tür paradoks yaratmalı. Bunu da sizin topoloji bilginize ve sanatsal bakış açınıza bırakıyorum. 🙂
Merhaba yazınıza başladım ve önce filmi seyredeyim öyle okurum dedim. Nitekim de öyle yaptım. En iyi gönderme bence yeni yapılan platformun girişe iliştirilen “GÖZ” oldu. Belki de dediğiniz gibi bu yeni projede yeni dünya düzenini takıntı haline getirenler kendi rüyalarını pazarlamaya devam edecek ve seçimi özgür iradeyle (kananlar) dahil olacak, kim bilir?
Bilinç konusu beni baya bi eğlendiriyorr;bilincin zekayı yönetmesi açığa çıkan sonuca bağlı olarak duyguları yönlendirip; her tekrardan sonra akıla öğretmesi beni büyülüyor))ben zekayı klasik bilgisayara benzetiyorum çünkü belirli kodlar dahilinde kısıtlı olasılıkları hesaplayıp çıktı veriyor öyleki birçok veriyi beynine ezber olarak depo eden insan, klasik bilgisayarlarda olduğu gibi aldığı verileri analiz etmeden var- yok ikilemi ile bir robot gibi kullanır.yani robotlaştırılmışız))halbuki zihnimizi klasik bilgisayar yerine kuantum bilgisayara geçiş yapsak hem parçacık hem soyut dalga şeklinde süperpozisyonumuzu alsak teklik bilincinde sonsuz olasılıkların hissedişi olarak açığa çıksak)))(burası en sevdiğim alan) fakat herşeye maydonoz olup kendi kendimize gelin güvey olmayı sevdiğimizden olanlar oluyor da razı da olmuyoruz))
Tespitiniz çok yerinde. Klasik bilgisayar işlemci mantığı yani var ya da yok mantığı hakikatten de sadece zihin ile karar veren insanlarda görülen bir durum. Böyle bir kafada olan insan için her şey var-yok, iyi-kötü, güzel-çirkin, evet-hayır olarak yorumlanacaktır. Ki günümüzde kıyamet de bundan kopmuyor mu? Kutuplaşmalarımız bizi birbirimizden ayırırken aslında bizi kendimizden ayırıyor. Dediğiniz gibi zihnimizi tüm olasılıklara açtığımızda artık etiketleme / isimlendirme / kutuplaşma ya da yabancılaşma olmayacaktır.
Şunu da belirteyim ki, bilerek biz dilini kullanarak kendimi de dahil ediyorum yukarıdaki eleştiriye. Çünkü ben de bazen hepimiz gibi dünyaya adapte olamıyorum. Bunun da nedeni kuşkusuz benim de bazı şeyleri kutuplaştırmam, ayırmamdan kaynaklı. Mesela en basitinden maddi hayat – manevi hayat diyoruz. Oysa ikisi de bir ve iç içe. Her an. Şu anda bu yazıları okurken de…
Koma filmi de bu ayrılık illüzyonuna parmak basıyor ve sizin zihninizde ayrıştırma çabanız beyhude, hayat şimdi ve burada yaşanacak bir şey diyor. 🙂
Farklı bir proje olmuş, proje diyorum çünkü yönetmen ve senaryoda Nikita Argunov var. Film sektörünün hayat akışına verdiği biçim ve maddi geliri gördükleri için yakın dostları olan Andreasyan kardeşler ile diğer filmleri gibi farklılık peşindeler. Rus yapımlarının belirli segmente ulaşması zor ancak bu tarz yapım ve senaryoları beğeniyorum.
Katılıyorum. Rus sineması aslında belirli bir derinliği olan; Rus edebiyatı gibi ya da Sovyet Rusya gibi insanı anlamak için labratuvar ortamları yaratan özgün eserler ya da sizin tabirinizle projeler çıkarmasıyla meşhurdur kısa tarihi boyunca… Bu bağlamda amacına da ulaşıyor fakat asıl güzelliği Hollywood gibi bize ne düşünmemiz gerektiğini söylememesi. İzleyiciyi gerek süreç gerek de finaliyle serbest bırakması ve ne düşünmesi gerektiği konusunda sorgulatması. Ki zaten asıl sanat da bunu yaptırabilen sanattır.