Işıkla Yazmak (Kısa Öykü)

Ortalama okuma süresi 14 dk.

Yazar Ruskin, bir haftada Avrupa’yı dolaşıp “Avrupa gördüm” diye böbürlenen turistlere çok kızıyormuş. Şöyle diyor; “Saatte yüz mil kat ederek yer değiştirmek; gücümüzü, mutluluğumuzu ve bilgimizi bir nebze bile arttırmayacaktır. Daha fazla şey görebilmek için yavaş yürümek gerekir. Hızlı yürümek bize bir şey kazandırmaz. Asıl değerli olan düşünce, bakış ve histir, hız değil. Gerçek insan olmak isteyenler, yavaş gitmekten zarar gelmeyeceğini bilmelidir. Çünkü insanın zaferi gitmekte değil, var olmaktadır“.

Televizyondaki hararetli konuşmalara uyandı kadın. Her zamanki gibi salı akşamı tartışma programlarından birini izlerken uyuyakalmıştı. Bu onun hem en büyük zevkiydi hem de en büyük pişmanlığı… Ağır bir yemek sonrası kanepede tamamen zihin boşaltan tartışmaları yarım gözle dinlerken uyuyakalmanın verdiği hazzı cennetin tüm vaatlerine değişmezdi fakat bu onun kendisini yalnız, zavallı ve tembel hissetmesine sebep olan yegane huyuydu.

O gece nedense siyasetle başlayan tartışma kadının kendini çakırkeyf hissetmesine neden olan o yarı uykulu hallerini bölen bir seviyede sanat ve felsefeye kaymıştı. Adam anlaşılan insan olmak ve yaşam üzerine çok hoş, havalı bir şey söylemişti ama hemen araya reklam girmişti ve kadının kafasını toparlayıp hatırlamaya mecali yoktu…

Kanepenin diğer tarafına dönüp reklamların sesiyle tekrar uykuyla uyanıklık arasındaki o arafvari aleme dalmayı düşünse de kendini zorlayıp doğruldu. Mutfağa gidecekken yine kendini zorladı ve sert bir manevrayla kendisini balkona itti. Aksi takdirde buzdolabıyla yasak ilişkisi kendisine birkaç kilo daha aldıracaktı. Temiz havayı ciğerlerine çekip artık soğumuş olan sert kahvesinden bir yudum aldı. Gece karanlığının denizi yutuşunu izledi. Bu gece yıldızlar haddinden fazla parlaktı. Bu şehre yakışmıyordu. Bu şehir yıldızları öldürmek, alaşağı etmek istiyordu fakat yıldızlar şehre savaş açmış gibiydi. Derken bir gök taşı kaydı ve savaşı başlatan kadim gökler oldu…

Kadın, başı boş zihnini toparlayıp yıldızlara daha dikkatli baktı. Seyrek ve anlık da olsa kuyruğu turkuaz ve mavi gök taşları gökyüzünde muhtelif çizgiler çiziyorlardı. Birden facebookta gördüğü haber aklına geldi: “Perseid meteor yağmuru bu akşam başlıyor.” Her sene aynı tarihlerde gerçekleşen bu olayı hep duyuyor ama abartılmış bir gök olayı olarak görüp umursamıyordu. Kendi küçük hazlarında boğulduğu bu sıcak Ağustos gecesinde terapistinin önerdiği şeyi yapmak istedi kadın: “Farklı bir şey yap.” Aslında bu öneriyi çok basit görüp umursamamıştı kadın. Ne de olsa aylık bir sürü para bayıldığınız birinden daha etkili bir öneri beklerdiniz. Terapist resmen farklı bir şeyler yapamadığı için terapiste giden birine farklı bir şeyler yap, rutinini kır demişti. “E zaten o nedenle geldim ya sana, farklı bir şeyler yapamıyorum sıkıştım kaldım monotonumda…” demek istemişti kadın terapiste ama diyememişti. Şu an eline bir fırsat geçtiğini düşündü çünkü terapistin verdiği ödevi yapacak, monotonunu kırıp hiç yapmadığı bir şeyi yapacak ve gecenin bu vakti ıssız, ışıksız bir yere gidip yıldızlara bakacaktı. Böylece terapiste: “Senin dediğini yaptım ama gene de bişi olmadı.” Demek için bir fırsatı olacaktı.

Kadın, en paspal haliyle dışarı çıktı. Niyeti, şehir merkezinden en uzağa giden şehir içi otobüse binmekti. Bu şehirde ne yaparsan yapsın ışık kirliliğinden kurtulamayacağını, yani yıldızları o her yerde paylaşılan toz gibi halleriyle göremeyeceğini biliyordu. Fakat yine de bu gece yıldızlar şehre karşı güçlü görünüyordu ve tozları olmasa da kayan yıldızların kuyruklarını görmeyi umuyordu. Mükemmelliyetçiliği yüzünden bir araba alamamış, hep biraz daha bekleyip daha iyi bir araba alayım diye düşünmüştü fakat şu an bu kararından pişmandı kadın. Çünkü arabası olsaydı otobüs sefer saatleri ve güzergahları uygulamasında kaybolmak zorunda kalmayacaktı. Durakta telefonuyla cebelleşirken gelen ilk otobüse bindi kadın. Bu davranışına kendisi bile şaşırmıştı ve terapistinin gözüne sokacak daha çok materyali olduğu için gururlanmaya bile başlamıştı. Sırf rutini kırmak için ilk geçen otobüse bile bindim ama gene aynı deyip artık seansa gelmemek üzere masasından kalkacaktı. Kadın otobüste terapistiyle yapacağı konuşmanın hayalini kurarken bir gök taşı daha kaydı gökten. Otobüs de şansına daha karanlık yerlerden gitmeye başlamıştı. Uygulamadan baktığından otobüsün şehirden en uzak noktaya vardığını ve tekrar şehrin ışıklarına, şehir merkezine doğru geri döneceğini fark etti. İlk durakta inerken tenha otobüste, şoförün kendisine şaşkınca baktığını fark etti. Gülümseyerek otobüsten indi ve ormanlık alanda, karanlığın içine doğru adımlarını attı…

***

Alan Watts’ın yasası geldi aklıma; “The Backwards Law”.  Yasa kısaca şunu anlatır; daha pozitif bir durum elde etmeye çabalamanın kendisi negatif bir durumdur. Paradoksal olarak ise insanın negatifliği kabul etmesinin kendisi pozitif bir durumdur. Suyun üstünde kalmaya çalıştığınızda batar, batmaya çalıştığınızda ise su üstünde kalırsınız. İşte bu güvensiz / kaygılı durum, güvenli hissetmeye çalışmanın sonucudur. Bu yüzden her şeyin süper olacağına dair o anlamsız inancı bir yere bıraktım ve saldım kendimi doğaya…

Adam okuduğu kitabı kapatıp başını geriye yasladı. Sırf kendini iyi hissetmek ve kendisi için pozitif bir şeyler yapmak adına kendisini zorlayarak bu kitap okuyor, bu pandemi döneminde evde “kaliteli zaman” geçirdiğine dair kendisini ikna etmeye çalışıyordu. Şu ana kadar okuduğu romandan kendisine bir şey kattığını düşünmemişti ama bu son pasaj üzerine düşünmek istedi. Belki de kitap okumaktan uykusu geldiği için bu kendisine bulduğu bir mazeretti… Yine de kafasındaki negatif düşünceleri bertaraf etmek adına güzel bir bakış açısı içeriyordu bu paragraf. Kendisini iyi hissetmeye çalışmak yerine tamamen bu negatif düşüncelere kendisini bırakabilirdi. Günün sonunda Joker filmindeki gibi bir karakter de olabilirdi gerçi… Ama bu çok da umurunda değildi adamın.

İlgili yazı:   Kuantum Tanrı (Kısa Öykü)

Kitabı bu pasajda bırakıp balkona çıktı. Serin havanın negatif düşünceleri dağıtma gibi bir etkisi vardı. Temiz havayı içine çekip artık ılımış olan birasından bir yudum aldı. Bu azgın şehir hiç olmadığı kadar sakindi bu gece. Ve yıldızlar haddinden fazla parlaktı. Şehre meydan okurcasına… Derken bu meydan okuyuşlar resmiyete bindi ve ateşkesi bozan yıldızlı gökler oldu. Adamın aklına dank etti… Bu gece Perseid meteor yağmuru vardı. Yıllardır bu kayan gök taşlarından birini fotoğraflamak istiyor ama bu günü hep kaçırıyordu. Gerçi kaçırmıyordu… Sadece modunda olmuyordu. Fakat bu gece bir bahanesi vardı: “Negatifliğimi kabul ediyorum ve bunu kutlamam lazım.

Kutlamalara eşlik etmesi için düşen yıldızları seçti adam. Tıpkı kadimlerin düşmüş melekler üzerine yazdığı gizemli yazıtlar gibi kendi hikayesini yazmak üzere arabasına atladı. Gerçi arabası o antik metinlerdeki gibi meleklerin taşıdığı görkemli araçlardan değildi. Çok hızlı gidildiğinde (saatte 100 km) direksiyonu titremeye başlayan ve sanki saatte 300km ile gidiyormuş hissi veren bir Tofaş – Şahin idi.  Torpido gözünde Umberto Eco kitapları olan ve teybinde Max Richter çalan kaç Şahin vardır diye düşünmeden edemedi… Boş sokaklardan ıssız ormanlara doğru yol alırken kendisini distopik bir filmde gibi hissetti adam. Sanki tüm dünyayı bir virüs yayılmış da insanlar ya yok olmuş ya da evlerine kapanmak zorunda kalmış gibiydi… Kendi zihinsel esprisine güldü adam ve yola devam etti. Taa ki yol bitene ve karanlığın ormanı yiyip bitirdiği yere değin…

ışıkla yazmak, zamanın ötesi kısa öykü

Kadın amaçsızca ormanın derinliklerine doğru yol aldı ve toprak kokulu çimlere uzanıp yıldızları izleyebileceği bir açıklık aradı. İleride hareket eden soluk bir ışık görmesiyle o ana kadar hiç hissetmediği bir şeyi; korkuyu göğüs kafesine aniden inen bir bıçak gibi hissetti. Birden içinde bulunduğu ülkenin acı gerçekleri kafasına dank etmişti sanki. Gecenin ortasında bir kadın olarak ıssız bir ormandaydı ve bu kusursuz bir cinayet haberinin ilk cümlesi olabilirdi. Fakat bir anda aklına şu söz geldi: “Eğer korkunun kendisini ifade etmesine izin verirsen korku gerçekleşir. Eğer sevginin kendisini ifade etmesine izin verirsen sevgi olur.” Böyle bir şeyi ilk defa yaşıyordu. İlham denen şey bu olmalıydı ve bir yaz gecesinde yıldızların altında zihnine bu cümleyi fısıldamıştı ilham perileri ya da kendi tabiriyle “ilhami abiler”. İlhamla hep dalga geçen kadın bundan sonra ilhamdan bahsederken daha temkinli olması gerektiğini anladı, çünkü gerçekti. “Shakespeare’e ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’ adında koca bir oyun yazdıracak kadar güçlüymüş demek ki yaz geceleri…” diye düşündü kadın ve gülümsedi. Gülümsemesiyle birlikte bir gök taşı daha kaydı ve gök taşının kuyruğu ormanın karanlığında parıldayan telefon ışığının olduğu yerde bitti. Sanki gök taşı önüne düşmüştü ve kadının ayakları korkusuna inat kendisinden bağımsız olarak bu ateşe doğru ilerliyordu. Yaklaştıkça karanlık arttı ve aniden yanan araba farlarının ışığı kadının karanlığını delerek parladı.

***

Adam yaklaşmakta olan birini fark edince arabasının farlarını yakmıştı ve gökyüzü bu ışık patlamasıyla yeniden yıldızlarını kaybetmiş, kararmıştı. “Ne ilginç…” diye düşündü adam. “Işık varken ışık kaynağı olan yıldızlar yok oluyor. Işık yokken ise ışıltılarını görebiliyoruz. Sanırım karanlık her yıldızın kendisini gösterebilmesi için, var olabilmesi için elzem. Çünkü karanlık aslında ışığa dönüşüyor. Ex umbra in solem…”

Adamın düşüncelerini bölen kadının sesi oldu: “Selam” Adam başını iki yana sallayıp gördüğünün gerçek olup olmadığını teyit edercesine gözlerini kıstı. Elleriyle gözünü farın ışıklarından siper eden kadın: “Pardon, üzerine far tutulmuş tavşan gibi oldum da biraz.” diyerek gülümsedi.

Doğru, tavşana çarpmadan farları kıssam iyi olacak.” Diyerek karşılık verdi adam. İkisi de kendi hazır cevaplılıklarına şaşırmışlardı. Sadece iki cümle kurulmuştu fakat iletişimdeki uyum havada kokusu duyulacak kadar netti. Kadın sanki gecenin bir yarısı ıssız bir ormanda değil de bir kafede karşılaşmışlarcasına doğal konuşmasına ve bu laf pin ponuna devam etti:

“Aslında ‘follow the white rabbit’ yani beyaz tavşanı takip et derler. Fakat anlaşılan beyaz tavşan sizi farkında olmadan takip etmiş. Yani etmişim. Yıldızları izlemeye gelmiştim ama siz izlemenin ötesinde onları fotoğraflıyorsunuz anlaşılan.”

Fotoğraf makinesinin tripodunu kurmaya devam eden adam bir yandan kadına cevap veriyordu:

“Evet, beyaz giyinmenizden belli tavşanlığınız fakat yine de dikkatli olmalısınız. Arkadaşlarınızla mı geldiniz?”

“Hayır” dedi kadın. “Muhtemelen bu gece yarısı burada ne işim olduğunu söyleyeceksiniz fakat sizin ne işiniz varsa benim de o işim var ve biz eşitiz.”

Adam kendi ön yargılarından utandı. Kendisini eşitlikçi ve kadın haklarına saygılı görürdü fakat yapılabilecek en klişe hatayı yapmış ve resmen gece yarısı dışarıda ne işi olduğunu ima edecek bir sözle kadına karşılık vermişti.

“Haklısınız, aslında bunu en çok ben savunurum. Toplumun baskısına boyun eymeyip korkutmalarına karşı gelinmesi gerektiğini savunurum fakat kadınları korkutan toplumun bilinçaltı kodlarının bende de olduğunu gösterdiniz. Yani siz de bana bir far tuttunuz fakat anlaşılan ben siyah tavşanım… Malum siyah giyindim yıldızları ürkütmeyeyim diye fakat siz yıldızlardan rol çalarcasına beyazlar içindesiniz, giysiniz…”

Kadın gülümsedi. “Evet, ben sizin gibi yıldızları bir anın içine, fotoğraf karesine hapsetmeye gelmedim. Gözlerimle görüp yıldızlara olan borcumu ödemeye geldim. Malum hepimiz yıldız tozlarıyız ve yıldızlar sırf kendilerine bakabilmek için milyonlarca yılda evrimleşip göz hücrelerini oluşturdular. Şimdi onlara bakıyorum. Yani aslında yıldızlar kendilerine bakıyorlar…”

Adam etkilendi. Zaten bildiği bir şeyi başkasından duyunca heyecanlanacağı hiç aklına gelmezdi. Çünkü bildiği şeyleri tekrar tekrar duyunca sıkılır, zaman kaybı olarak görürdü. Fakat şimdi en derinlerinde bildiği bir şeyi ilk defa öğreniyormuşçasına bir coşku içindeydi. Çünkü zihniyle bildiğini kalbiyle de bilir olmuştu şimdi.

“Etkileyici.” dedi adam. “Fakat ben yıldızları hapsetmiyorum. Onların sonsuz anlarından sadece bir tanesini kopyalıyorum. Böylece onları sadece gözlemleyerek değil, yıldız tozlarından meydana gelen materyaller üzerine de basarak yıldızların üzerine yıldızları işliyorum. Yani yıldızları yıldızlara yazıyorum.”

Kadın yere uzanıp yıldızları izlemeye koyuldu. Bir yandan da adamın yıldızları fotoğraflama çabasını seyretti. Oldukça sabır isteyen ve meşakkatli görünüyordu yıldız fotoğrafçılığı. Uzun bir aradan sonra adam “Yakaladım!” diye bağırdı. Tam da ormanın karşısındaki otobandan gelen bir arabanın farları yanarken gök taşlarından birinin kayacağı tutmuştu ve adam denklanşöre basıp gök taşını havada yakaladı. Kadın koşarak yanına gelip fotoğrafa baktı. Fotoğrafta, kadının gözleriyle gördüğünden kat kat daha fazla yıldız vardı. Gerçekten de toz gibiydiler… Adam onlarca denemeden sonra nihayet yakalayabildiği gök taşının heyecanını yaşarken kadın fotoğraf makinesi ekranını boyayan yıldız tozları karşısında göz yaşlarını tutamadı.

“Nasıl olur da çıplak gözle bunları göremeyiz? Nasıl olur da direkt yıldızlara bakarken değil de ufacık bir fotoğraf makinesi ekranına bakarken bu denli aşkın hisler yaşayabilirim?”

Kadının soruları karanlık ağaçlarda yankılanırken adam biraz önceki sözünü hatırlattı:

“Yıldızları yıldızlara yazıyoruz. Büyüleyici olan yıldızlar değil. Gökyüzü ya da ışık değil. O ışıkla ne yaptığın, ne yazdığındır. O nedenle fotoğraf kelimesi Yunanca ışık anlamına gelen photo ve yazmak anlamına gelen graphe kelimelerinin birleşiminden oluşur. Yani ışıkla yazmak…”

“Doğru” dedi kadın. “Işıkla yazdığında maddeyle manayı birleştiriyorsun. Ortaya bir eser ortaya çıkartıyorsun. Ruskin’in dediği gibi… ‘İnsanın zaferi gitmekte değil, var olmaktadır.’ Amacımız yıldızlara gitmek değil. Yıldızları var etmek. Yıldızların kendisi olmak. Tıpkı ‘A Space Odassey’ filminin finalindeki ‘Star Child’ gibi.”

Adam kadına fotoğraf makinesinin ayarlarını gösterdi. Uzun pozlama yöntemiyle; fotoğraf makinesi sensörünün gözün gördüğünden daha fazla ışığı nasıl kaydettiğini, böylece gözle görünmeyen yıldızların bile nasıl yakalandığını anlattı.

“Gördüğün gibi yıldız tozlarından yapılan bu fotoğraf makinesi yıldızları yani kendilerini yakalıyor. Hem de gözün gördüğünden daha fazlasını. Her ne kadar hiçbir eşya gözün gördüğünden daha güzelini göremese de bu gözlerle ve bu ellerle yaratılan, yani yıldız tozlarıyla, ışıkla çizilen şeylerin ne kadar önemli olduğunu bize gösteriyor.”

Kadının yüzüne acı bir gülümseme yerleşti adamın bu anlatımından sonra. “Demek ki aslında tüm yaratımlarımız mükemmel. Işıkla çizildikleri için. Karanlıktan ışık yaratabildiğimiz için. Mükemmelin peşinde koşmak şu an anlamsız geldi.

İlgili yazı:   Amor Fati (Kısa Öykü)

Kadının bu sözü de adamda bir aydınlanmaya sebep olmuştu… Evet her şey ama her şey “var olduğu” haliyle güzeldi, mükemmeldi. Onları salt var etmek bile mükemmelliğe yetiyordu. Bu gece yola her şeyin daha güzel olacağına dair zorlama inancı bırakıp çıkmıştı ve böylece her şey daha da güzel olmuştu.

Hadi bu yaz gecesi rüyasından çıkalım.” Dedi kadın.

Adam anlamadı. “Başka bir yere mi gidelim?

“Evet, başka bir yere… Bizi şu an yazan yazarın ulaşamayacağı bir yere. Çünkü biz gerçek değiliz. Bir blog yazarının zihnindeyiz. Bunu şimdiye kadar anlamış olman gerekirdi. ‘Gerçek’ hayatta hiçbir diyalog böyle kusursuz olmaz. Hiçbir karşılaşma böylesine pürüzsüz olmaz. Şu an yaşadıklarımız bir filmden sahne gibi. Gerçek hayatta herkes filmleri sever ama kimse o filmlerdeki gibi konuşmaz, hayatı gelişine yaşamaz. Biz bu yazarın zihninde idealize ettiği karakterleriz ve bu sonsuza dek sürmeyecek. Birazdan bitecek. Eğer biz yazarın yıldız tozlarıyla yıldızlara yazdığı bir esersek o halde yıldızların sonsuzluğuna yakınız demektir. Bu hikayeden çıkalım ve hiç de mükemmel olmayan gerçek dünyaya gidelim. Çünkü biraz önce de keşfettiğimiz gibi gerçek mükemmellik “var” olmakta. Biz var değiliz. O nedenle sahte bir mükemmellik içindeyiz. Hadi. Bu fotoğraf karesine girelim. Sonsuzluk içinden bir an’ımız yazarın blogunda görünsün. Truva atı gibi oradan ‘gerçek’ dünyaya sızalım. Hikayeyi yazan ya da yaşayan değil, hikayenin kendisi olalım.”

Adam ve kadın yıldız fotoğrafına girdiler ve kendilerini ışıkla bu dünyaya yazdılar. Fotoğraf karesindeki kayan gök taşı olarak dünyaya düştüler. Düşüşleri antik metinlerdeki gibi meleklerin taşıdığı süslü arabalarla olmadı belki ama içinde Max Richter çalan bir şahin düşüşlerine tanıklık etti… 🙂

ışıkla yazmak, zamanın ötesi kısa öykü
YAZARA KAHVE ISMARLA!
Kahve bahane, zamanın ötesine geçmek şahane! Blogtaki özgün içeriklerin entropiye bile karşı gelerek sonsuza dek internette var olmasını istiyoruz. Bunu sağlamak için web site hosting barındırma giderlerine destek olmak isteyen herkesin katılımını sağlamak adına farklı bağış rakamları belirledik. Her bağış size özel sürprizler içeriyor. Detaylar aşağıdaki butonda! 🙂
Become a patron at Patreon!

Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

13 yorum yapılmış, sen de yazsana :)

  1. Işıkla yazılmış bu hikaye için, var olan tüm ışığımla teşekkür ederim

  2. Işıkla yazmak ,ışık varoluşun temelinde de ihtiyaçtı süregelen evrensel süreçte de bi ihtiyaç olmaya devam ediyor.Eski ahit te de tanrının ışığı yaratım sürecinde de geçen kelime (ışık olsun dedi ve oldu ).Bizlerde kendi ışığımızı yaratıyor ve o ışıkla birşeyleri yazıyoruz yazdığımız şeyler de gerçek oluyor .Hayal gücümüz en büyük ışık kaynağımız şu an ki dünyada var olan herşeyi bir insanın ışığına borçluyuz.Bu güzel yazı için teşekkürler…

    • Rica ederim, ben teşekkür ederim ilgin ve yorumun için Cengiz. 🙂 Çok güzel dedin; “hayal gücümüz en büyük ışık kaynağımız”. Karanlık da bu durumda üzerine yazdığımız tuval oluyor. 🙂

  3. Evet,maddeyi manaya dönüştürmek açısından güzel bir yazı olmuş;yani siz fotoğraflarken fotoğraf makinesi makineliğini kaybetmiş ve gözlemleyen olarak makinenin manasını yakalarken yıldızlarda aynı anda gözlemlenenden gözlemci pozisyonuna geçerek bütünlükte tek bir superpozisyon elde edilmiş oldu))nötr ve yorumsuz kalarak hiçliği tadmışsınız ve o anın içindeki sonsuz olasılıkların tamamı bilinmezlikte kalmış))

    • Evet aslında ben karakterlerin yaratıcısıyken bir nevi karakterler benden bağımsız olarak benim yaratımımdan dışarı çıktılar. Kendi yaratımlarını yapmak üzere… Sanırım tanrı ile insan arasındaki ilişki de böyle bişi. 🙂 Döngüsel…

  4. […] 19. ve 20. yüzyıl natüralizm ve realizm akımlarının yaygınlaşıp toplumda kabul görmeye başlamasıyla giderek artan bu teknik, kendisini sadece tiyatroda değil sinema ve edebiyatta, hatta bilgisayar oyunlarında bile göstermeye başlar. Keza içerisinde bir kurgu barındıran her esere uygulanabilir. Çünkü kurgu ile gerçeğin silikleşmeye başladığı yerde kendini gösterir. Benim de kişisel olarak bu blogtaki pek çok kısa öykümde kullandığım, çok sevdiğim bir tekniktir. (Uyanış – Kısa Öykü) (Işıkla Yazmak – Kısa Öykü) […]

    • İlginiz ve güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim 🙂 Hikaye fikri çok, sadece biraz zaman ve böyle güzel motivasyonlar gerekiyor bazen 🙂 Yeni hikayeler yolda.

Lütfen düşüncelerini yaz, bu yorum alanı senin için :)