Tek Kanun

Ortalama okuma süresi 6 dk.

 

 

“İnsan; evrene ve kendi bedenine karşı tüm yükümlülüklerinden kendisini kurtarmalıydı; ruh ancak tüm eylemleri yaparak kendini tutkulardan kurtarabilir, başlangıçtaki arılığını, saflığını elde edebilirdi.” -Foucault Sarkacı

Bu yazımızda hayatın döngülerinden, dolayısıyla zamandan ve varoluş ile zaman arasındaki ilişkiden bahsedeceğiz. Bu önemli bir konu çünkü bu blog birkaç postülayı kabul ederek yazılmaya başlandı ve bunlardan biri de her şeyin bir amacı olduğu, hiçbir şeyin öylesine ve tesadüfen oluşmadığı üzerine… Bu bağlamda zamanın da bir amacı vardı ve zaman konusunu işlerken bu nihai amacı da arıyor olacağız sürekli. Nitekim daha önceki yazılarda madde ve zaman arasındaki grift ilişkiye dikkat çektiğimiz gibi zaman ve varoluş amacı arasında da benzer bir ilişkiyle karşılaşacağız…

 

İnsan hayatının süresi aslında bize birkaç ipucu veriyor. Sınırlı insan hayatı, doğaya benzer. Doğa da doğar yaşar ve ölür. Bir ağaç gibi. Tohumlarından yeniden yeni ağaçlar yeşerir. Yağmur suları bir oluk bulup akarlar, aktıkça binlerce yıl boyunca önce bir dere yatağı daha sonra vadi ve dağ meydana getirirler. Vadi ve dağ arasındaki ısı farkından buharlaşma ve yeniden yağmur oluşur. Yamur suları gene başka dere yatakları oluştururlar ve böylece yerküre şekilleri meydana gelir… Volkanların, salgın hastalıkların hatta borsadaki iniş çıkışların, dünya çapındaki ekonomik krizlerin bile bir döngüsü vardır. Tekrar eder dururlar… Her tekrar sistem için hayatidir. Çünkü sistemin önce devamlılığını sonra gelişimini hedef alırlar. Aynı su döngüsündeki gibi, ya da dna zincirinin oluşumundaki gibi. Malum canlılığın ölüp tohumlarından yeniden canlılık meydana getirmesi dnanın da değişmesini sağlar, böylece dna her yeni canlıda gelişimini devam ettirme olanağı bulur.  Sonsuz yaşam olsaydı dna tek tip olarak kalır ve değişmezdi, gelişmezdi. Bitki ve hayvan çeşitliliğini bu hayat ve ölüm döngüsüne borçluyuz işte. Bu bir bayrak yarışı gibidir bu bakımdan. Ama asıl konumuz bu değil. İnsan yaşamının döngüselliğinin sebebini sorgulamalıyız. Tek bir hücre milyonlarca yıl içinde ölüp yeniden dirilerek, bütün biyokimyasal ve moleküler bileşikleri deneyerek envai çeşit canlı meydana gelmiş ve gelmeye devam ediyor. Bir tür labratuarın içinde gibiyiz. Ölüp dirilme bu deneme yanılmalar için olsa gerek. Sonsuz zaman da öyle… Felsefeyle ilgilenen okuyucuların bileceği bir düşünce deneyi vardır. Eğer bir maymunun önüne bir daktilo koyar ve birkaç milyon yıl beklerseniz (maymunun o kadar yılı yaşayacağını varsayarak) maymun rastgele tuşlara basarken elbet bir gün Shakespeare’in Romeo & Juliet eserini yazacaktır. 26 harfin tüm olasılıklarını deneyerek anlamsız bir sürü yazının yanında dünyadaki tüm kitapları da yazabilir milyarlarca yıl verilirse. İşte zaman bunun için gereklidir. İnsan da doğum tohumlar üretip öldükçe ve tohumları da yeni tohumlar ürettikçe zaman içinde pek çok bilgi üretir, geliştirir, eyleme girişir ve evrenin kendi kendine bakışının bir uzamı olarak sonsuz olasılıkları dener yazar maymun örneğindeki gibi. Bu olasılıklar içinde ne yazık ki kötü şeyler de vardır, bir insanın bir başkasını öldürmesi de, bir insanın başkasının hayatını kurtarması da bu olasılıkların içerisindedir. İnsanlık devam ettikçe bu olasılıklar denenerek nihai amaca ulaşılmaya çalışılır. O nedenle değil midir zaten aynı dinin radikal mensupları bölünerek birbirlerini öldürmeye çalışırlar… Aynı dine mensup olmalarına rağmen birisi savaşarak diğeri ise tefekkür ederek tanrıya ulaşacağına inanırlar. Tek bir cümle bile farklı insanlarca farklı zihinlerde farklı anlamlar bulur.

Peki tüm bu keşmekeş, döngüler içerisinde bize ne olur? Yani ben dediğimiz kişiliğimize ne olur? Ölünce başımıza ne geleceğine, ben dediğimiz benliğimize ne olacağına dair inançlarımız var ki onlar da tarihsel süreç içerisinde bakıldığında bir sürü… Halen de arıyoruz. Peki reankarnasyon hakkında ne düşünüyorsunuz? Madem ki doğanın döngülerinden bahsettik, bir varsayım olarak reankarnasyon inancı bazında bu konuyu ele almaya çalışalım bakalım nereye çıkacak. İnsan öldükten sonra cennete gideceği inancı çerçevesinde düşününce, dünyaya doğan yeni bebekler, yeni ruhlar tanrıdan kopagelmiş yeni varlıklar olarak düşünülebilir. O zaman tanrı aslında bizzat kendisi dünya hayatını deneyimliyor gibi düşünülebilir. Ki kişisel olarak ben de böyle düşünüyorum çünkü şu soruma halen cevap verebilen biri çıkmadı: Tanrı dışında başka bir şey var olabilir mi? Tanrıdan başka, ondan ayrı bir şey var mıdır?.. Herneyse, tek kullanımlık ruh varsayımımızda (ki bu yaygın görüştür) ruhun akıbeti ve yeni ruhların kaynağı bu şekilde açıklanır. Reankarnasyon inancında ise ölüm sonrasında ruh yeni bir anlaşma imzalayarak yeni olasılıkları gerçekleştirmek üzre dünya labratuarına geri dönerek araştırmalarına devam ediyor. Ölünce yine topladığı verileri, sonuçları kaynağa göndererek tekrar iş başına koyuluyor. Tek kullanımlık ruh inancına göre daha efektif elbette 🙂 İşin şakası bir yana var olan inançları olduğu şekliyle masaya yatırdığımızda gerçekten de mevcut durum bu. Reankarasyon inancında da ruhun kaynağı gene tanrının bizzat kendisi olarak görünüyor. Gene patenti bana ait olan tanrıdan başka bir şey var olabilir mi sorusuna geliyoruz, elbette tanrı ruhları başka bir yerden kargoyla getirtip dünyaya yerleştirecek değildi, mutlak her şey olan kendisinden verecekti hayat nefesini.  Panteist bir yaklaşım diyecek okuyucular olabilir, ama durum bu… Nitekim tüm varoluş inancına da uyuyor bu durum. Çünkü tanrı aslında tüm olasılıkları deneyimlemek isteyendi, o zaman kendisini, kendi yarattığı varoluşun mayasına katıp, katılıp bizzat aynada kendine bakma metaforunda olduğu, ya da tasavvuftaki dünya ay güneş metaforunda olduğu gibi tezahürlerle kendi kendini deneyimleme durumunu gerçekleştirecekti.

Varmaya çalıştığım nokta ölümden sonra başınıza ne geleceğinden bağımsız olarak sadece ölüm diye bir şey var olduğu için; sadece hayatın bu döngüsel işleyişine bakarak bile zamanın sonsuzluğu içerisinde bir deneyimler furyasında olduğumuzu anlıyoruz. Bu sonuca varıyoruz. Her şey aslında bir deneyim. Başınıza gelen en kötü olayın bile sizde bir tecrübe yaratması gibi makro boyutta evrende yaşanan her şeyi bir olasılığın gerçekleşmesi olarak yorumlayabiliyoruz. Evrenin bir yerinde, uzak bir köşesinde tamamen çilekten oluşan bir gezegen var mıdır? İmkansız mı diyorsunuz? Bilemeyiz, tüm evreni gezmedik ki? Buna imkansız diyen okuyuculara bir başka soru sorayım. Evrenin herhangi bir yerinde tamamen ham elmastan oluşan bir gezegen var mıdır? Yok mudur? Uzak değil, birkaç ışık yılı uzakta yeni bulundu ve bu gezegen keşfedilen gezegenlerin en ilginci bile değil diğerlerinin yanında.

Makro ölçekte hal böyleyken mikro ölçekte insan da bu kısa ömründe pek çok şey deneyimlemeye çalışır. Mutluluğu, hüznü, heyecanı, korkuyu… Tevekkeli değil, ondandır duygusal zekamızın zihnimizde değil 33 boğumdan oluşan omuriliğimizde olması, duygusal deneyimlerimizin orada kaydedilmesi… Nitekim hayat dediğimiz şey Shakespeare’in de dediği gibi bir oyun sahnesi, hepimiz birer rol oynuyoruz, olaylar yaşıyoruz, duygusal çıktılara dönüştürüp kaydettiğimiz verileri ölünce kaynağa gönderiyoruz…

Eğer bu konuyu sevdiyseniz ve uzman bir film izleyicisiyseniz size “Holy Motors” filmini şiddetle tavsiye ederim bu yazının üzerine. Eğer daha basit bir film izlemek isterseniz mesajlarının göze sokulmakla kalmayıp filmin sonunda filmin ana temasının açıklandığı (mesajların göze sokulması uzman film izleyicileri için kötüdür çünkü biraz izleyiciyi hafife alır) “The Nines” (Dokuzlar) filmini tavsiye ederim. Her iki filmin de izleme keyfi yüksektir ama Holy Motors filmi herkese hitap etmeyebilir, metaforik yorumlama gerektirir ki yorumu bu yazıda anlatılan şeydir aslında dikkatli yorumlandığında… Bu tür filmler bilmece içerirler, bu yazıda da olduğu gibi. Neden Pentagram grubunun “Lions in a Cage” şarkısını yazının başına koyduğumu anlamanız için yazıyı okumanız ve şarkıyı dinlemeniz gerekir. Eğer şarkıyı daha önceden bilen biriyseniz şarkı sözlerinden dolayı neden bu şarkıyı buraya koyduğumu bilebilirsiniz, ama bunun için de ek bir bilgi bilmeniz gerekir, aksi takdirde en azından biraz google araştırması yapmanız gerek. İşte metaforik filmleri çözmeye çalışmak da böyledir, biraz çaba sarfettirmelidir…

Hepimize iyi deneyimler… 🙂

YAZARA KAHVE ISMARLA!
Kahve bahane, zamanın ötesine geçmek şahane! Blogtaki özgün içeriklerin entropiye bile karşı gelerek sonsuza dek internette var olmasını istiyoruz. Bunu sağlamak için web site hosting barındırma giderlerine destek olmak isteyen herkesin katılımını sağlamak adına farklı bağış rakamları belirledik. Her bağış size özel sürprizler içeriyor. Detaylar aşağıdaki butonda! 🙂
Become a patron at Patreon!

Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

2 yorum yapılmış, sen de yazsana :)

  1. İyi günler. Sayfanızı kısa bir süre önce keşfettiğimi ve yazılarınızı beğeni ile takip ettiğimi belirtmek isterim. Benim sorum şu ki, RUH denen kavramın gerçekte olduğundan ne kadar eminiz? Ruh denen kavramı yaşam prensibi, hayat ilkesi olarak tanımlarsak ki kökeni Antik Yunana kadar inmektedir bu tanımlama; insana yüklenen bir canlılık programı olarak da ele alabiliriz.

    • Biliyorsunuz kelimeler hep yetersiz kalmıştır. O nedenle kutsal kitaplar layığıyla anlaşılamaz hiç. Ruhu bir enerji formunda düşünmek, enerjinin başka bir hali olarak düşünmek, başka bir boyutta bir oluş olarak görmek ya da kavramsal olarak dediğiniz gibi salt yaşam prensibi olarak düşünmek sadece isim bulmaya çalışmaktır. İstediğimiz ismi veririz. Ruh, atman, avatar, chi, eterik beden, öz, ka… Her kültürde farklı ismi var. Her kültürün tanımlarında da nüanslar var ama özde hepsi de madde üstü bir varoluş kademesine işaret ediyor. Sonuç olarak elbette insana yüklenen bir canlılık programı olarak da ele alınabilir. Nasıl tanımlamak isterseniz… Bence tanımların ötesinde maddeye bilinç veren özdür. Burda anahtar kelime bilinç olmalı. Her şey bilinçtir aslında. Madde bile bilinçlidir ama bilincin de kademeleri vardır…

Lütfen düşüncelerini yaz, bu yorum alanı senin için :)