Kendinden Kendine Giden Yol

Ortalama okuma süresi 6 dk.

Her şey senden sana doğru akıyor ve sen bunun farkındasın. Canını acıtan da, sana huzur veren de bu…

Bu yazı sana, neyi neden yaptığın hakkında ipuçları gösterecek, o nedenle pratikte, hayatında değişimlere yol açabilir, bakış açını değiştirebilir. Yazmak sadece pasif bir eylem değil, evrenin akışına yön veren bir irade beyanıdır. Tıpkı yaratımın sadece bir söz ya da kelamla başlaması gibi…

OL!

90’lı yıllardan sonra geniş kitlelere yayılan ve popüler kültürde yer edinen simülasyon teorisi aslında bize bir şeyi hatırlatmak için zamanın ruhundan üflenmiş gibi… Hatırlamamız gereken şey; kendimizden kendimize giden yol, yani arayışımız.

Bir bebeğin doğumu için pek çok dilde “dünyaya gelmek” tabiri kullanılır. “Dünyaya geldi” dememizin altında aslında bir bilinçaltı mesaj yatıyor. Dünyaya bir yerden gelmiş olmamız gerek. Nereden geldiğimizi hatırlamıyor olmamız bir teknik hatadan değil aksine bilerek böyle “ayarlanmasından” kaynaklı. Maksat zaten nereden geldiğimizi hatırlamak ve oraya geri dönme çabası. Yaratımın formülü çok basit bir şekilde pek çok inanç sisteminde açıklanır: “Yaratan kendini görmek istedi.” Yaratan kelimesi yerine istediğiniz her şeyi koyabilirsiniz. Bu matematiksel bir formüldür. Yaratan yerine tanrı, evren, insan, ağaç, ruh vs. her şeyi koyabilirsiniz. Hepimiz aslında kim olduğumuzu görmeye / bulmaya çalışıyoruz.

kendinden kendine giden yol

Çünkü gerçekte nasıl biri olduğumuzu bilmiyoruz!

Sokağa çıkıp insanlara bir mikrofon uzatsak ve siz hırsızlık yapar mısınız diye sorsak hak verirsiniz ki hemen hemen herkes “yapmam tabi ki ne münasebet” diyeceklerdir. Peki bunu nereden biliyoruz? Gerçekten hırsızlık yapabileceğimiz bir durumun içinde kaldık mı, izi sürülemeyecek bir parayla aynı ortamda baş başa kaldık mı, yolda bulduğumuz bir parayı cebimize kattık mı ya da sınırlarımızı ne kadar biliyoruz? Hangi noktaya kadar hırsızlık yapmayız, hangi noktaya kadar erdemlerimizi koruyabiliriz, gerçekten sizi zorlayacak bir durumda kaldınız mı ki asla hırsızlık yapmam diyebiliyorsunuz?

Evrende her şey formülize edilebilir. O nedenle semantik ya da etimoloji aslında bilinçaltının matematiğidir. Dile hakim biri matematiğe ve evren bilimine de hakimdir. Hırsızlık yerine istediğiniz şeyi koyabilirsiniz. Neyi yapıp neyi asla yapmayacağınızı aslında denemeden bilemezsiniz. Peki denemediği halde “ben asla şu eylemi yapmam” diyen kimdir? İşte bunu söyleyenin pek çok adı var: ego, nefs, maya, gölge, maske… Ego toplumun kollektif bilincinin oluşturduğu değer yargılarına göre kodlanmıştır o nedenle egonun ne söyleyeceğini önceden tahmin etmek olasıdır. Sadece bireyin içinde yaşadığı toplumun algoritmasını çözmek yeterlidir. Mesela günümüzün cumhurbaşkanının bazı koşullar ve konular karşısında ne diyeceğini önceden tahmin edebiliyoruz. Kesin şu açıklamayı yapar diyoruz ve onu söylüyor. Çünkü o ve ekibi toplumsal algoritmayı aynı hitler gibi çözdüğü için insanları kelimelerle manipüle edebiliyor. O çok korktuğumuz, aşmaya çalıştığımız ego ya da nefs aslında bu kadar da kolay manipüle edilebiliyor çünkü hareketleri önceden kestirilebilen bir kurallar bütününe bağlı. Fakat söz konusu bilinç dışı yani toplumsal normların ötesindeki öz benliğimiz olduğunda işler değişiyor.

İlgili yazı:   Nasıl Tanrı Olunur | Zamanın Ötesi

Hiç evde yalnız başınayken çırılçıplak soyunup dans ettin mi? Ya da hiçbir amacı olmayan şeyler yaptın mı? Belki de komşuyu dikizledin pencereden ya da yasalara göre suç olan ama kimseye zarar vermeyen bir eylemde bulunup yakalanmadın. Tüm bu ve benzeri şeyler senin yapay olamayan, kodlanmamış benliğinden gelen eylemler. Bu eylemler öncede tahmin edilemeyen, neden yaptığını bilmediğin ve yaparken kendine çok şaşırıp, belki gerilip bir yandan da garip bir haz aldığın şeyler… Belki toplumun kötü dediği şeyler ama yine de yaptın.

Çünkü özün, bu dünyaya gelen benliğin iyi ya da kötü diye bir ayrımın olmadığını, bunun bir sihirbaz illüzyonu olduğunu biliyor. Sadece yaratım, eylem ve OLuş var. Sadece bir şeyleri yapmak ve zamanın onları alıp götürmesini seyretmek var. Sanki bir şey arıyoruz ve onu bulmak için her şeyi deniyor gibiyiz. Denenen her şey bizi bize biraz daha yaklaştırıyor, arayışın alanını daraltıyor ve bu daralmanın aksine kendi sınırlarımızı genişletiyor.

Ne kadar iler gidebilirisin? Neler yapabilirsin? Aslında sen kimsin?

Küçükken en sevdiğim çizgi filmlerden biri “Maske” idi. Blogu takip eden okurlar Jim Carrey hayranlığımı biliyorlar. Jim Carrey “The Mask” filminde de rol aldı, zaten ondan başkası da oynayamazdı. Maske çizgi filminde adam maskeyi takmadan önce toplumun kurallarına uyan, ön görülebilir davranışlar sergileyen, “sıradan” biri iken maskeyi takınca bilinçaltı devreye geçiyor ve hayal gücünün sınırlarını zorlayan şeyler yapıyordu. Maske ya da bilinçaltı denilen kavramlar aslında öz benliğimizin yani bu dünyaya gelmeden önceki varlığımzın bir alegorisi. Ezoterizm ya da kişisel gelişimle ilgili kaynakları takip eden okurlar bazı kaynaklarda neden özellikle bilinçaltına vurgu yapıldığını merak etmişlerdir. Bilinçaltı deyince aklımıza ego, hayvani güdüler gelir. Bu bir noktaya kadar doğru da olsa aslında psikoloji biliminin de yadsımadığı bir gerçektir ki, bilinçaltı gerçek benliğe açılan kapıdır. Yani o yaptığınız saçma davranışlar, toplumsal normlara uymayan sıradışı hayal gücünüz, neden yaptığınızı bilmediğiniz şeyler bilinçaltının kapıları açıldığında gerçekleşiyor ve asıl kaynakları yaratımın ilk anında ortaya çıkan enerji.

İlgili yazı:   Gerçeğin Ötesi

İyi ya da kötü gibi kavramların bir çubuğun iki ucundan ibaret olduğunu, çubuğun tek olduğunu geçmiş yazılarımda aktarmaya çalışmıştım. İdrak etmesi güç ama katil diye adlandırdığımız kişi de yaratımdan çıkagelen bir sonuç. Yaratımın tek amacı olası her şeyi simule ederek kendini açığa çıkartmak ve kendini gerçekleştirmek / kendini görmektir. O nedenle hiç aslında bizim tipimiz olmayan birin aşık olur, acı çeker, asla yapmam dediğimiz şeyleri yapar ve kendi sınırlarımızı zorlarız. Tüm bunları yaparken içsel amacımız kendimizi ortaya koymaktır. Maslow’un hiyeraşiler piramidinde en üstte “kendini gerçekleştirmek” olgusunun yatması da bu sebeptendir. Kendini gerçekleştirmek; gerçekte kim olduğunu görmek ve yaratılış sisteminin seni neyi görmek için yarattığını bilmektir.

Kendinden kendine giden yol biraz da neyi seçtiğinle ilgilidir. Seçimlerinle yolunu çizer ve kendine varırsın ya da kendinden uzaklaşır, o meşhur herkesin hissettiği boşluğa düşersin. Kendinden uzaklaştıkça toplumsal algoritma içerisinde ön görülebilir davranışlar sergiler ve “normal” biri olursun. ÖZ’üne yaklaşman demek illa ki toplumsal normlardan uzaklaşmak ve “anormal” olmak değildir ama sana kodlanan şeyleri aşmadıkça gerçekte kim olduğunu öğrenemezsin. Bir azize, peygamber ya da sadist olabilirsin. İçindeki benliklerin farkında olmak yeterlidir. Onları gerçekleştirmek zorunda değilsin.

Kendinden kendine yol uzun ama solucan delikleri zamanı ve mekanı bükmek için varlar. Bu yazı da zamanın ötesinden size bir solucan deliği açsın.

İyi yolculuklar.


Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

21 yorum yapılmış, sen de yazsana :)

  1. Selam sevgili kardeşim;

    Güzel yazını okuyunca birden Hz.Mevlananın Öğrendim şiirini anımsadım izninle muhtemelen biliyorsundur ama paylaşmak istedim.

    ÖĞRENDİM

    Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.

    Işığı gördüm, korktum.

    Ağladım.

    Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
    Karanlığı gördüm, korktum.

    Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladim sevdiklerimi. ..
    Ağladım.

    Yaşamayı öğrendim.
    Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
    aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu

    öğrendim.

    Zamanı öğrendim.
    Yarıştım onunla…
    Zamanla yarışılmayacağını,
    zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim…

    Insanı öğrendim.
    Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu…
    Sonra da her insanın içinde
    iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

    Sevmeyi öğrendim.
    Sonra güvenmeyi…
    Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
    sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu

    öğrendim.

    İnsan tenini öğrendim.
    Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu. ..
    Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim..

    Evreni öğrendim.
    Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
    Sonunda evreni aydinlatabilmek için önce çevreni

    aydınlatabilmek gerektiğini öğrendim.

    Ekmeği öğrendim.
    Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
    Sonra da ekmeği hakça üleşmenin,

    bolca üretmek kadar önemli olduğunu öğrendim.

    Okumayı öğrendim.
    Kendime yazıyı öğrettim sonra…
    Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…

    Gitmeyi öğrendim.
    Sonra dayanamayıp dönmeyi…
    Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi…

    Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yaşta…
    Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
    Sonra da asıl yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine aydım.

    Düşünmeyi öğrendim.
    Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğendim.
    Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yikarak düşünmek

    olduğunu öğrendim.

    Namusun önemini öğrendim evde…
    Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
    gerçek namusun, günah elinin altindayken, günaha el
    sürmemek olduğunu öğrendim.

    Gerçeği öğrendim bir gün…
    Ve gerçeğin acı olduğunu…
    Sonra kararında acının, yemeğe olduğu kadar hayata da

    lezzet kattığını öğrendim.

    Her canlının ölümü tadacağını, ama sadece bazılarının

    hayatı tadacağını öğrendim.

    Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
    Olur ya …
    Kalp durur …
    Akıl unutur …
    Ben dostlarımı ruhumla severim.
    O ne durur, ne de unutur …

    MEVLANA

    Sevgi ve ışıkla kal.

  2. Öncelikle bu çok aydınlatıcı ve özümsenmiş bilgilerle dolu paylaşımlarınız için çok, çok teşekkürler ettiğimi iletmek isterim.Ve müsadenizle bazı kritik konularda ki görüş ayrılıklarımızı da belirteceğim.

    ** 1 – Sizin bu iyi-kötü tespitinizden yola çıkarak ışık ve karanlık kavramlarını da “Bir çubuğun iki ucundan ibaret olduğu şeklinde” düşünmemiz gerekir.
    Oysa “karanlık” kendi başına bir değer değildir! Karanlık “Işığın olmaması halidir!” Hangi türde ve ne kadar karanlık olursa olsun ışık girdiği her ortamı gücü oranında aydınlatır. Yani karanlığı sıfır noktasına kadar yok edebilir.
    Ama karanlık kendisi bir değer olmadığı için herhangi bir şekilde ışığın etkisini – aydınlığı azaltamaz – karartamaz! bence…
    ** 2 – Yaratımın tek amacı “olası her şeyi simule ederek kendini açığa çıkartmak ve kendini gerçekleştirmek / kendini görmek” olsaydı eğer “Özgür İrade” diye, “sınırsızlık” diye kavramlar varolamazdı!
    Hepimiz %100 kendi seçimlerimiz olan tercihlerimizin sonuçları olan deneyimleri yaşıyor veya yaşamıyoruz. Ve de yolumuzun, yolculuğumuzun; kim, ne ve nasıl bir şeyin-sistemin-“bütün parçasının bir parçası” olduğumuzu idrak ettiğimiz noktada yepyeni ve bilinmezliklerle dolu bir döngüye daha başlama hakkına kavuşuyoruz. Ben-ce.
    Ve:
    ** 3 – Atılan- attığımız her adım, kendini gerçekleştirme yolunda kendini biraz daha iyi tanıyabilme ve kim olduğumuz hakkında yeni fikirlere sahip olma imkanı sağlar bize.
    Ve: Ben, Olan’ın, O Bilinmeyen’in hiç birimizin ne göreceğimize, ne ve neyi, neleri yaşayacağımıza karar vermiş olarak ve “mukadder kıldığı kaderleri” bize yaşatacak bir yaratım kurgusu tasarladığını zannetmiyorum.
    Sevgi ve saygılarımla aydınlık derinlikler diliyorum.

    • Sevgili Ragip, çok teşekkürler değerli yorumun için. Farklı düşünceni paylaştığın için ayrıca teşekkürler. Neredeyse tüm yorumlarda okuru kendi farklı düğüncesini, fikir ayrılığını paylaşmaya davet ediyorum. Çünkü bu blog ta böyle gelişiyor.

      ** 1 – Işık ve karanlık dualitesi evet çok şaibeli bir konu. Üzerine kitaplar yazılabilir, sayfalarca tartışılabilir. literatüre baktığımızda da mutlak bir görüşün olmayıp öznel yorumların olması doğal. Benim bugüne kadar okuduğum kaynaklar ve kendi tefekkürlerim sonucunda vardığım düşünce karanlığın da bir değer olduğu yönünde. Bu kesin böyledir demiyorum, ileride belki bilimsel bir keşif ya da bir iç görüm bu fikrimi belki de değiştirir. Böyle düşünme sebebim hiçlik ya da tekillik kavramlarından ötürü… Hiçlikten önce boşluk / karanlık sonra da ışık meydana geliyor. Işık karanlık olursa ancak yol alabiliyor. 3 büyük din de yaratılışı böyle açıklıyor başlangıçta. Aynı şekilde bilim de yaratılışı böyle açıklıyor. Bilime göre de önce boşluk / karanlık ve sonra big bang ve ışık oldu. Hepimiz o ışıktan meydana geldik karanlıkta. Hiçlik ya da tekillik ise karanlığın dahi olmadığı bir kavram. Sizi anlıyorum, karanlık ışığın olmaması diyorsunuz ama o zaman hiçlik kavramı ile karanlığı eş tutmuş gibi oluyoruz, bana öyle geliyor. O nedenle karanlığa da yaratımın bir evresi olarak bakıyorum. Sanırım tasavvuf ve kabalada bunun detaylı anlatımları mevcut. Yine de karşı görüşünüzü dinlemek isterim, dediğim gibi sabit bir fikrim değil bu, halen üzerinde düşünüyorum.

      ** 2 – Sanırım kaderci bir bakış açısına sahip olduğumu düşünmüşsünüz. Kader ve özgür irade üzerine görüşlerimi şu iki yazıda farklı bir bakış açısıyla ele almaya çalıştım: https://zamaninotesi.com/2015/07/13/sayilar-rastlantilar-ozgur-irade/
      https://zamaninotesi.com/2015/06/04/kaderi-hacklemek/

      Kendini açığa çıkarmak derken, içinde bir kod yazılı ve onu gerçekleştirmek olarak düşününce evet kaderci bir bakış açısı gibi oluyor haklısınız ama kader ve özgür irade ilişkisi çok girift bir ilişki. Size şunu söyleyebilirim: “Özgür iraden, kaderindir.” Kodlanmış şeyleri yapmayalım, özgür irademizle yol alalım istiyoruz ve buna çabalıyoruz ya yaşam boyu, işte özgür irade adına yaptığınız eylemler, varoluş amacınızı gerçekleştirmeye hizmet eder. Bir ağacın var oluş amacı bir tohumu tam olması gereken yere düşürüp orda başka bir ağaç yeşermesine izin vermekse ağaç bunu yapar. Ve kendindeki potansiyeli ortaya koyar. Bir insanın da amacı atıyorum başka ülkelere gitmekse ama ailesi ya da başka etkenler buna müsade etmiyorsa özgür iradesi ile o etmeleri aşarak başka ülkelere gider. Ve kendi potansiyelini gerçekleştirir.

      ** 3 – Bu soru da üstteki sorunun devamı gibi. O nedenle yine bir örnekle açıklayayım. Neden iki kardeşten biri ressam olurken diğeri müzisyen oluyor? Bu onların içinde var olan bir potansiyelin dışa vurumudur. Doğadaki çeşitliliğin kök sebebi de budur bana göre. Onlarca farklı türde bitki ve hayvan / onlarca farklı yetenek… Herkes içindeki terkibi özgür iradesiyle dışa vurmaya çalışıyor. Belki sizin de içinizde keşfedilmeyi bekleyen bir yetenek, bir terkip vardır. Bunu keşfetmenin yolu özgür iradedir. Yani içinizde belirli bir potansiyel barındırmanız sizin kodlanmış bir robot olduğunuz anlamına gelmez. Çünkü o potansiyeli özgür iradenizle keşfedecek olan da sizsiniz.

      Çok teşekkürler, keyifli bir sohbet oldu 🙂

  3. Kendimden kendime giden yol;hiç bir şey görmüyorum,inandığım ve hissettiğim yoldan da vazgeçemiyorum,bütünün parçası olduğumu hissediyorum ve kıpır kıpır hareket ediyorum oluyorum,olurken hissediyorum görür gibi oluyorum,inanıyorum işte içimde ve dışımda bir daralıyorum bir genişliyorum bi heyecan bi keyif sonsuza dek sürüyor sanki hareketim enerjiye enerjim harekete dönüşüyor sürekli,sevgi ve güven le sonsuza dek hareket ediyorum işte,görmesemde hissediyor ve biliyorum;sanki sadakat sözü var içimde,bolluk ve huzur var)))herkese neşeli hareketler ve haller diliyorum be hepinizi hissediyorum.teşekkürler

      • Hocam bundan sonraki izlemem yol nedir?bir fikriniz var mı acaba.teşekkürler

  4. Güzel bir konu ve yine yalın iletken bir anlatım.yazı için seçilen fon müzikleri de gayet başarılı.Teşekkürler emeğinize sağlık.

  5. Geçenlerde yakın bir arkadaşım, içinde yine bir sıkıntı olduğundan bahsetmişti. “Yine” diyorum çünkü onu tanıdığım üç yıl içinde dönemsel olarak bu sıkıntısından bahsediyordu. Beraber birçok çözüm yolu aramıştık ama malesef hepsi “geçici”imiş. Bu sefer biraz daha ayrıntıya inerek “kendi olamama hastası” olduğu hakkında fikir birliğine vardık 🙂 Eğlenceli ve ortamına göre ayak uyduran bir kişiliği varken, seçeceği mesleğe ve çevresine yaranmak umuduyla kendisine hiç uyuşmayan ağır hareketlerin içinde boğulmuştu. Böyle bir olay yaşamamın ardından bu yazınız çok iyi geldi. Tebrik ederim.

    • Merhabalar, bunu paylaştığınız ve yazıya katkı yaptığınız için çok teşekkür ederim. 🙂 Arkadaşınızın yaşadığı o içsel sıkıntıyı iyi bilirim. Ben de yaşadım. Halen tam olarak attım mı bilmiyorum ama büyük ilerleme kaydettim. Klostrofobi deseniz klostrofobi değil, tarifi zor bir sıkıntı ama en yakın klostrofobiye benzetilebilir sanırım. Evet ben de kendi üzerimde çalıştıkça kaynağının kendim olmamak olduğunu keşfettim. Elbette pek çok başka kaynağı olabilir, sorunlu doğumdan tutun da ailenin genlerinde var olan travmalara kadar geniş bir skala söz konusu. Ama özde bizi daraltan / sıkan şey kendi kendimize çizdiğimiz sınırlar. O nedenle sıkıntı diye tarif ettiğimiz bu boğucu his klostrofobiye benziyor. Kendimize çizdiğimiz sınırlar içinde tıpkı bir salamender ya da akrep gibi alev çemberinin içinde kalınca kendi kendimizi sokuyor, kendimize zarar veriyoruz. Oysa o çemberi yaratan da biziz. O çemberi yok etmek kolay değil. Arkadaşınıza da kendime de kolaylıklar diliyorum. 🙂

  6. Ego ya da “BEN” her ne isim verilirse verilsin doğanın ta kendisidir. Tüm hayvanlar hatta bitkiler yani kısacası tüm habitat egoisttir. Yaşama uğraşı içerisinde olmak bunu gerektirir. İnsanın tek farkı düşünebiliyor olmasıdır. Bu abartılmamalı.

    En temeli örnek alalım. Yeni doğmuş ikiz bebekler düşünün. Hangisi bir diğerinin ihtiyaçları için ağlar? Ya da bir anne; kendinin ve evladının görmeyeceği bir gelecek için evladının canından vazgeçer?

    Biz bu düşünce yapısını algılayacak kadar gelişmiş bir tür değiliz. Yaptığımız her egoist eylemi meşrulaştırmak için kılıflar bulduk. Ahlak, etik, din, kural, evrensel gerçek, insan sevgisi vb. İnsan sevgisi diyoruz mesela. Bu egoizmin doruğudur işte. Bir tür olarak yapılan en büyük ve kapsamlı egoizm budur.

    Bir film izlemiştim. Dan Brown’un Cehennem kitabın uyarlandığı film. Baş rolde Tom Hanks. Adrenalin ve tarih yüklü bir filmdi. Ama önemli olan filmdeki kötü diye tasvir edilen adamın amaçladığı şeyin insanlar tarafından kabullenilemez olmasıydı.

    “KÖTÜ” adamımız bir virüs tasarlanmış ve bu virüs tamamen rastgele olarak bir çok insanı öldürecek ve bir çoğunu da kısır bırakacak. Genç, yaşlı, kadın, çocuk ayırt etmeksizin. Buraya kadar herşey tüm “ETİK” diye tabir ettiğimiz o kurallara aykırı.

    Ama bu “KÖTÜ” adamın amacı insan nüfusunu kontrol altına almak ve ölmekte olan dünyamızın ömrünü uzatabilmek. Çünkü hepimiz biliyoruz ki dünyayı öldüren insan egosudur.

    Tarihte böyle kitlesel olarak insan ölümleri yaşanmış ve dünyanın ömrü bu şekilde uzamıştır. Veba, savaş, ortaçağ, soykırım vb. şekillerde. Ama insan ne yaptı egosunu daha da büyüttü. Artık kendi türüyle eskisi gibi savaşmıyor. Tıp alanında ilerledi. Yeni ilaçlar yeni aşılar icat etti. İnsan ömrünü uzatmak için. Her çift ekseriyetle çocuk sahibi oluyor ve şartlar iyi olduğu için genellikle bebekler artık ölmüyor. Çocuk sahibi olamayan çiftler bile tüp bebek veya taşıyıcı anne gibi yöntemlerle inatla çocuk sahibi oluyorlar. Hatta sperm bankaları bile mevcut artık. Yeterice beslenebilme ve korunma dünyanın birçok yerinde ulaşılabilir imkanlar artık.

    Artık insan türü egosunun doruk noktasına doğru yükseliyor. Bunu dünyadaki nüfus artışından rahatlıkla görebilirsiniz. Gezegenimize zarar verdiğimizi bile bile kontrolsüzce üremeye devam ediyoruz. Ölmekte olan insanlara bile ölmeleri için fırsat dahi vermiyoruz. Bunu için bulduğumuz kılıfsa çok aciz. “SEVGİ” Peki neden gezegenimizi sevmiyoruz? Sebebi onun yok olduğunu göremeyecek olmamız. Eğer doğrudan bir şekilde bu durum bulunduğumuz zaman diliminde bizi etkileseydi dünyaya dört elle sarılırdık.

    Dediğim gibi yaşama uğraşı içerisinde olan tüm canlılar bencildir. Ama sadece insan türünü bencil olması tehlikelidir. Çünkü muhakeme ve düşünebilme faaliyetleri ego ile birleşince kaçınılmaz bir felakete uzanan bir yol çıkıyor ortaya.

    • Merhabalar, çok teşekkürler değerli görüşlerinizi paylaştığınız için. İnsan türünün bencil olmasının tehlikelerinden bahsetmişsiniz, buna katılıyorum. Ama asıl olay da bu değil mi? Tüm bu yetkinliklerimize rağmen bencil olmamayı başarabilirsek gerçek manada insan oluyoruz. Bu arada Cehennem romanını okudum ve transhümanizm yazımda bu romana ben de değinmiştim: https://zamaninotesi.com/2014/11/22/transhumanizm/

  7. Ve hırsızlık örneğine bayıldım. Çevremde tarikatlara gidip ” bizde hiç ego yok ” diyen tipler var. Zaten onlara ego yok dedirten egonun kendisi. Onlara şunu soracağım hırsızlık yapar mısın hiç ? Kesinlikle yapmam diyecekler. İşte o zaman anlayacağım egoyla konuştuklarını. Kendimi buldum deyipte yalan söyleyenleri. Ben bir zindanda olsam ve parmaklıkların arasında elimi uzatıpta alabileceğim yere , yemeği çok bol olan bir adam yemek koysa , benide günlerdir aç bırakmış olsalar , o yemeği çalma ihtimalim yükselir.

    • Kesinlikle. Tarihte anlatılagelmiş gerçek anlamdaki üstadlara, o “aşmış” dediğimiz kişilere bakın. Okuyun… Hiç birinden bende ego yok ya da ben asla şu davranışı yapmam gibi söylemler duymazsınız. Sadece oluştadırlar, akıştadırlar. Nötrdürler. Bu bilinç düzeyine gelmek çok zor bir şey. Elbette hepimiz gün içinde şunu yaparımı şunu yapmam diye bir sürü kendimizden emin beyanatta bulunuyoruz. Bu da gayet doğal. İnsanız. Amacım sadece durup ne yaptığımıza bi baktırmayı sağlamak 🙂

  8. bu yazına bayıldımm! kendine dönüş kendini sevme, keşfetme alanında yazılar yazsan seve seve okunur. başarılarr:))

Lütfen düşüncelerini yaz, bu yorum alanı senin için :)