Düşünce dilden, dil düşünceden doğar. –Eflatun
Düşünce dili çürütürse, dil de düşünceyi çürütebilir. –George ORWELL
Dil kalptekini söyler. -Kafkas Özdeyişi
Allahın dili sessizliktir, geri kalan her şey sadece zavallı tercümelerdir. –Mevlana Celaleddin RUMİ
Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her kavramı ifade kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak, toplamak, onlar üzerinde çalışmak lazımdır. –Mustafa Kemal ATATÜRK
Günlük hayatta nefes alıp vermek kadar sık ve doğal olarak yaptığımız ama çok az farkında olduğumuz pek çok eylemimizden biri kendimizi ifade etmek. İfade yetisi; bir insanın en değerli ama en az bakımını yaptığı enstrümanlarından biri gibi… Kendini ifade deyince akla ilk konuşma gelse de ifade sonsuz şekilde gerçekleşebilen bir evrensel olgu. Daha iyi anlamak için kelimenin köklerine inelim, nitekim bu yazımız pek çok etimolojik (bir sözcüğün kökeni) örnek içerecek o nedenle hem çok eğlenceli hem de arkadaş arasında bahsedecek çok hoş bilgilerle dolu olacak. Dahası, kendimizi ifade ederken kullandığımız manaların ötesine bakacağız…
İfade arapça kökenli bir kelime. “Fyd” kökünden yani fayda (yarar) kelimesinden geliyor. Arapça kökenden gidildiğinde fyd köküne eklenen eklerle bu kökü şu anlama çeviriyor: Faydalandırma. Yani ifadenin anlamı: faydalandırma. Faydalandırma ise birine bir şeyi kullanması için verme anlamına geliyor.
Daha geniş bir perspektiften bakmak için ifade kelimesinin ingilizcesi olan “express” kelimesinin de köklerine inelim. Çünkü “ifade” Arapça yani doğu kökenliyken “express” batı kökenli. Bu sayede hem doğu hem de batı (zahir – batin) penceresinden bakmış olalım.
Express latin kökenli bir kelime. Dışarı, çıkma anlamlarındaki “ex” ile baskı, sıkışma anlamındaki “presseare” kelimelerinin birleşiminden oluşur. Yani baskı ile, sıkıştırarak dışarı çıkartmak gibi bir anlam kökeninden gelir. Bir kahve türü olan espresso da eski kahve makinelerinin benzer bir yöntemi kullanmasından dolayı aynı etimolojik kökenden gelir. Kahveyi sıkıştırarak fışkırtmak/çıkartmak anlamında… Eh latin arkadaşlar da sanırım insanın kendisini bastırıp sıkıştırarak ifade edebildiğini düşünmüşler.
Doğu ve batıyı sentezlersek; insan hakikatten de sanki bedeniyle ruhunu sıkıştırıp ağzından kelimeleri, ellerinden yazıları, kalbinden sanat eserlerini çıkartıyor, kendini ifade ediyor, içini dışarı fışkırtıyor. Böylece başkalarına kullanması için yeni şeyler veriyor. Faydalı şeyler…
Görüldüğü üzere tek bir kelimeden yola çıkarak dilin evriminin ouroboros misali dönüp dolaşıp kendisini hem yemesini hem de yaratmasını bizzat gözlemleyebiliyor, felsefeyi kuru laf kalabalığından çıkartıp elle tutulur bir bilgiye dönüştürebiliyoruz. Böylece faydalandırabiliyoruz. 🙂
İnsanın kendisini ifade etmesi işte bu denli önemli bir konuyken bu defa ifade enstrümanlarımızın kökenine inelim. Kuşkusuz en sık kullandığımız enstrüman harfler. Harfler aslen sembollerdir. Yani resimdir. Yazmak ve çizmek bizim ilk sistematik enstrümanlarımızdan biriydi. Mağara duvarına çizilen resimlerden bu güne çok şey değişse de özde dilin oluşmasının bir mantığı var. Bu mantığı anlamak için Mısır hiyerogliflerin nasıl oluştuğuna bir göz atalım…
Hiyeroglif kelimesi eski yünancadan gelmedir ve kutsal yazı anlamına gelir. Bu anlam önemli çünkü nasıl ki “Atiye Dizi Analizi” yazımızda Göbeklitepe’den bahsederken burası sayesinde insanlığın yerleşik hayata geçişinin sebebinin tarım değil de inanç olduğu anlaşıldı dediysem dilin gelişimi konusunda da aynı tespitte bulunacağım. Hakikatten de dili oluşturan kutsiyet ya da inanç dediğimiz kavramlardı. Nasılına geleceğiz…
Antik Mısır’da hiyeroglif yazısı kutsaldı ve herkes öğrenemezdi. Daha çok ruhban sınıfının tekelindeydi. Bu yazı tekniği o kadar karmaşık ki zaten herkesin hemen hakim olacağı bir dil değil. Hiyeroglif sembolleri birer harf değil. Her sembol bir anlama karşılık geliyor. Bunu en iyi şu basit örnekle anlatabiliriz:
Bu hiyeroglif 1 aylık süreyi ifade etmek için kullanılıyor. (İngilizcedeki “month” kelimesinin karşılığı) Çözümlemesi şöyle: İlk sembol zaten hilal sembolü. İkinci sembol, yatık el sembolü “yapmak” anlamına geliyor. Halka içindeki nokta sembolü ise güneş sembolü. Yani bu hiyeroglif bize şunu diyor: Ayın (gezegen olan) 1 güneş döngüsü 1 ay yapar. Nitekim ayın bir döngüsü 28 gün sürer, bir aylık süreye tekabül eder. Bu örneği şu nedenle verdim; Mısır hiyeroglifleri hep bu şekilde anlamlarını doğadan almışlar. Güneş, ay, yıldızlar… Hepsi doğada olduğu şekliyle hiyeroglifleşmişler. Mesela su tahmin edeceğiniz gibi dalgalı yatay çizgi. Fakat farklı hiyerogliflerin yan yana gelmesiyle hiyeroglifin anlamı kendi bağlamından kopabiliyor, farklılaşabiliyor. Bu da çeviriyi zorlaştıran bir şey. Neredeyse tamamen yorumlama yoluyla yapılan bir okuma söz konusu. Bilinmesi gereken şey sembolün doğadan geldiği. O nedenle kutsal yazı denirdi çünkü doğa tanrı ile eşdeğerdi ve hiyeroglif de tanrının diliydi. Onla konuşmak için bir araç.
Dilin gelişimi boyunca çivi yazısı gibi ya da günümüz latin harfleri gibi alfabeler hiyeroglif gibi manalarını direkt doğadan alan değil daha pratik amaçlarla meydana gelen dil sistemlerini oluşturmuşlar. O nedenle hiyerogliflerin çalışma mantığını mevcut harflerimiz ve kelime oluşturma sistematiğimizle açıklamak güç. Günümüzde kullandığımız kelimelerin nereden geldiğini tam olarak bilemeyebiliyoruz. Mesela “güneş” kelimesinin köküne inmeye çalıştığımızda esti türkçede “küne ışımak” tabirine ulaşıyoruz. Kün; gün, gündüz anlamlarına geliyor. Yani güneşin kökeni “kün” kelimesi. Kün kelimesi nereden ortaya çıkmış diye araştırmak istediğimizde ise takılıp kalıyoruz çünkü kelimenin ilk ortaya çıkışıyla ilgili bir veri yok elimizde. Hiyeroglif gibi bir resim içermediği için tümden gelim yoluyla bir yorum da yapılamıyor. Bazı kelimeler için bunu yapmak mümkün. Mesela fermuar fransızcadan dilimize geçmiş bir kelime. Anadolu’da fermuar yerine cırcır deniyor. Çünkü fermuarın çalışırken çıkardığı ses cırcır sesi. Fokurdamak, hapşırık gibi kelimeler ek olarak verilebilir. İçgüdüsel olarak aslında yeni kelime türetirken kelimeyi doğadan çalma eğilimindeyiz. Kah çıkardığı sesle kah görüntüsüyle… Fakat dil; mevcut medeniyet süreçlerinde birbirinden etkilenerek asimile oluyor. Bu asimilasyon her dil için geçerli. O nedenle kün kelimesi nereden geldi bilmiyoruz ya da “göz” kelimesinin eski türkçede yuvarlak anlamına gelen “gö” kökünden geldiğini bilsek de gö kelimesinin hangi bilinçaltı süreçlerinden geçerek meydana geldiğini bilmiyoruz. Bu konular üzerine çalışmalar var olsa da yazılı tarih bir noktaya kadar gidebildiği için bir noktadan sonrası tahminden öteye gidemiyor.
İbrani metinler üzerinde çalışanlar bunun için bazı teknikler geliştirmişler. Bir benzerini arapçada da bulabilirsiniz. İbranicede de arapçada da kelime kökleri sessiz harflerden oluşuyor. Bu sessiz harflere getirilen başka harfler ya da sesler anlamı farklı noktalara çekiyor. Arapçadan bir örnek vermek gerekirse; “trk” bir kök. Bu kökten şu kelimeler türemiş: Terk, tarık, mütareke. Üçü de farklı anlamlarda ama kök aynı kelime kökü. Sadece bazı ekler eklenmiş ve bambaşka anlamlara evrilmiş. Terk bırakmak ayrılma anlamlarındayken tarık hem patika yol hem de bir yıldızın adı. Mütareke ise bırakış, ateşkes anlamlarına geliyor. Eğer bu üç farklı kelimenin üç farklı anlamı üzerine tefekkür eder ve aralarındaki korelasyonu çözersek “trk” kökünün nereden geldiğine ya da en azından saf anlamına ulaşabiliriz. Bu bir tür şifreli metni dekode etmeye benziyor. Bir başka örnek “hkm” kökü. Hüküm, hakim, muhakeme, mahkum, ahkam… Tamamı aynı kökten türetilen kelimeler. Demek ki “hkm” kökü tüm bu anlamları doğuran kuluçka makinesi. Elbette burada yazdığımız köklerin aslı arapça. Latinceye çevrilmiş kökleri yazıyoruz. Yani arapça hkm kökü bu anlamların ana manasını oluşturan bir anlamsal güce sahip.
Tüm bunlardan şimdilik çıkardığımız sonuç kelimenin sadece bir aracı olduğu, teknoloji olduğu, asıl işi görenin mana olduğu yönünde. Kelimeyi ister resmini çizerek ister çeşitli sembollerle oluşturabiliyoruz ama aslolan o kelimeye yüklediğimiz mana. Eskiden mana ile araç arasındaki bağ daha kuvvetli ve buna paralel olarak da manayı yorumlama, anlama yetimiz daha güçlüymüş. Çünkü manayı temsil eden sembol direkt olarak doğadan çizilerek alınmış. Şu an yağmuru belirtmek için yağmur yazmamız gerekiyor ama yağmur ne ses olarak ne de görüntü olarak yağmura benzemiyor. O nedenle günümüzün insan – mana ilişkisi ve iletişimi doğal olmayan yollardan ilerliyor diyebiliriz. Elbette çağın hızına ayak uydurmak ve pratikleşmek için bu araçlara ihtiyaç duyduk, kullandık ama her şeyin bir bedeli vardır. Bu pratiklik bizden gerçek manayı kopardı. Artık bırakın doğayı anlamayı, birbirimizi dahi anlamıyor; iletişim çağında muazzam bir iletişimsizlik içinde yaşıyoruz. Daha da önemlisi kendimizle iletişimimizi koparıyoruz. Kendimizi anlayamıyoruz… Eğer kelimelerin işaret ettiği şeyleri bırakıp saf manasını özümsemeye ve o manayla evrene, insana bakmaya başlarsak artık bizi çatıştıran anlamlardan sıyrılır ve neden sorusunu bırakıp artık nasıl sorusuna geçeriz. Mananın da ötesine geçebilirsek zamanın ve mekanın ötesine geçer, artık anlaşıp anlaşılmama kısır döngüsünden kurtulur, kendi manalarımızı yaratmaya başlarız. Tüm bunlar da bir tek şeyle, insanın kalbiyle düşünmesiyle mümkün.
Babil kulesi efsanesi insanlık tarihinin en büyük “spoiler”larından biri. Başlangıçta tek olan dilin yani manayı algılayış şeklimizin nasıl dağılarak binlerce dile, manaya bölündüğünü, bu nedenle de bizi yaratana ulaştıracak olan Babil kulesinin bir türlü tamamlanamayıp yıkıldığını anlatan kıssadan hisse… Görünen o ki sıfırdan yeni bir dil teknolojisi üretmek ya da üretilmesini beklemek yerine bizim görüneni aşıp mananın özüne ulaşamak için bireysel bir çaba içerisinde olmamız gerekiyor. En azından kendimizle iletişim kurmak, özümüzü anlamak, anlatmak, ifade etmek, fayda sağlamak için.
Kendinizi ifade ederken çok da sıkmayın, sıkılmayın, espressonuzu yudumlayın, mananın size akmasına izin verin 🙂
Mana; kelimelerin, görünenin, işitilenin ötesinde… “Kendini ifade eden kim?” sorusunun cevabında…
E-Mail ile Takip Et
Her ufuk açıcı yeni yazı yayımlandığında e-mailinize bildirim almak için mail adresinizi kaydedin:Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Başlığı ilk gördüğümde, gözlerim “nöron ve sinaps” ikilisini aradı; ancak böyle bir metinde yer vermek kompozisyonu bozabilirmiş 🙂
İnsanların zihinsel kodları ve psikolojik alt yapılarını sezinlememde, konuşurken seçtikleri kelimelerin bana ipucu verdiğini anladığımda beynin işleyişi ve dil konusunda bir araştırma yapmıştım. Orada dikkatimi çeken nokta; her ne kadar insan “konuşma” için gerekli fizyolojik alt yapıya sahip olsa da, gerçekte konuşabilmesi için uygun çevresel şartlara sahip olması gerektiği idi. Yani insan, önünde bir model olmadan konuşma becerisini ortaya koyamıyor.(Beynin evrimsel süreci üzerinden dil konusunu ele aldığımızda bu bizi; “ilk insan nasıl konuştu?” sorusuna kadar götürebiliyor. Bu başka bir yazının konusu olabilir; ancak döngüsel bir sistemin emarelerini konuşma yetisi üzerinde bile görmek mümkün.) Konuşmayı, ilkel dürtüleri daha yumuşak hale getiren bir araç olarak görebiliriz. Dil ise, çok daha komplike, toplumun ruhunun dolaştığı bir kod sistemi gibi Farklı yabancı diller ve kültürler öğrendikçe, kelimelerin zihin dünyasının bir yansıması olduğu ve içerdiği anlamda da kültürel kodları barındırdığına şahit oluruz.İnsanoğlunun maddeye verdiği isimler, pandoranın kutusunu açan bir anahtar gibi. İsim verdiğinde sahibi olursun; yahut kimseyle paylaşmak istemediğin için adını saklarsın. Biçimlenip ortaya çıkmasın diye 3 harfli dersin, misyon yüklersin; Turan olur, Deniz olur. Geleceği şekillendirmek istersin tosunum, paşam dersin… Bu misaller uzatılabilir. Ancak, normalde konuşmadan bile anlaşabildiğim, “gönül köprüsü” kurduğum birinin, söylediğim şeyden aklıma hayalime gelmeyecek bir anlam çıkardığını gördüğümde dehşete düşmüştüm. Japonların atom bombası atan uçak için “ama adamlar iyi yapmış” demesi gibi bir hal yaşadım. Sorun içinden çıkılmayacak bir hal almış olsa da zihnin bunu yapabiliyor olması benim için bir araştırma konusuydu. Kelimelerin herbirimizde farklı çağrışım ve izlerle depolandığını gözönünde bulundurarak iletişim kurmak, bana göre insan için en pragmatik yöntem.
Günlük iletişimde zihinsel kodları anlamaya çalışmak bizi bir yere kurtarıyor; ancak manaya ermek için çok yönlü ilerleme gerekiyor. Kelime haznenizin genişliğinin yanısıra deneyimleyip sindirdiğiniz duygu çeşitliği, manaya ermede büyük rol oynuyor. Sindirdiğimiz kadarının manası bize açılıyor. Bu konuda ben çok kitap okumak, araştırma yapmak vs’den çok, insanların neyi neden hissettiğini anlayıp sindirmemin en kestirme yol olduğu kanaatindeyim. Manaya ermek, aslında bir yerde kızamayacak hale gelmek oluyor.
Elinize sağlık 🙂
Konu elbette çok derin ve hatta akademik bir konu. O nedenle konuyu sadece semantik yandan tutup butik bir blog yazısı ve bakış açısı denemesi olarak özellikle kısa tutmak istedim. Amacım sadece farkındalık yaratmak. Teknik konulara dalıp okuru korkutmak istemedim. Sizin gibi değerli okurların zaten gerekli eklemeleri yapacağından şüphem yoktu 🙂 O nedenle çok teşekkürler. (Bu arada bunu da eklemeden edemeyeceğim, teşekkür kelimesi şükür kelimesinden geliyor (şkr) ve teşekkür; şükür ederim demek. Yani birine teşekkür ederim dediğimizde sana şükür ederim ederim diyor, ikiliyoruz 🙂 O nedenle hep teşekkürler derim.)
Blog boyunca hep bir kolektif bilinçaltından bahsettik ama kolektif bilinçaltı deyince aklımıza hep sahip olduğumuz bilgiler geldi. Bir de kolektif duygularımız söz konusu. Bir duyguya verdiğimiz isim, atfettiğimiz mana vs. çok değişken olabiliyor. Duygularımızı kelimelerle ifade ettiğimiz için ve kelimeler de yazı boyunca bahsettiğim sebeplerden ötürü kısır kaldığı için duygularımızı ifade ederken ekseriyetle iletişim kazası yaşıyoruz. Bunun önüne geçmenin sizin de işaret ettiğiniz gibi empatiyle mümkün olduğuna inanıyorum. Fakat yine de insanız. Bazen empati kurup karşımızdakini kelimelerin ötesinde anlasak bile anlamak içimizin soğumasına yetmeyebiliyor. Daha insanı kamil olma yolunda yenecek çok fırın ekmek var 🙂
Çok güzel yazı olmuş,harkulade…benim tekniğim ise kelime harf ve sembollerden kurtulmak için frekans aralıklarını kullandım ve halende kullanmaya ve genişletmeye inceltmeye yükseltmeye devam ediyorum;politikacılar halkların enerjisini düşükte tutmak kendilerininkinide yüksekte tutmak isterler;genelde halk40-80 hz aralığınde titreştirilir kendileride 200-300hz civarındadırki çok tutulsunlar))yani allah zulmetmez ama ilahlar ve tanrılar zulmeder))düşüncenin ve nesnenin kendini ifade edebilmesi için mana aleminden insanın düşüncesinde belirmesi için çok yüksek frekansta silik bir görüntü olarak gelir,bu görüntüyle birşey olduğunu hissederiz,hissettiğimiz andada anka nın belirttiği gibi harekete geçer görüntüyü sembole(tabiat ve gökyüzüne bakarak)ve harflere döker mananın oluşması için ilk adımı atarız(iyi&kötü)olduğu farketmiyor…biliçaltının yönlendirmesiyle bilinçte ve bedende hal oluyor ve nefsine göre hoşsa kalıcı hale gelip kuşaktan kuşağa geçiyor…ifadelerimi yine tam toparlayamadığım için kusura bakmayın….
Yani mananın ötesine geçmek için şunu iyi anlamamız gerekiyor, harf kelime içinde o kelimenin ifade ettiği mana için var.okuyucu için harf yok, ancak mana var. Okuyucu, harfin endamına takılmaz. harf, ifade ettiği mana için silinmiştir. Bu şekliyle harf gerçek görevini yapar. Çünkü o mana için vardır.mana ve titreşim birlikte bilince ve bedene hayat veriyor gibi,baştaki titreşim ile sondaki titreşimin aynı frekansta buluşması olsa gerek, mananın harf gibi olması, eşyanın esmaya perde olmaması için yüksek titreşimli olan kelimeleri ve harfleri manaya çevirip oradanda mananın ötesinde buluruz kendimizi,bu alan çok acayip ulvi bir yer 5 duyuyla alakası yok buranın ama harkulade yaşanması gerekiyor,cenneti tarif et deseniz bana bu şekilde ederdim 1 . Katını ama çok daha fazlası var hissediyorum ama bilemiyorum şimdilik))
Sana katılıyorum sevgili Zero fakat günümüzde bahsettiğin dekode işlemini kaçımız yapıyoruz? Kaçımız gerçekten kelimenin üzerine yapışmış etiket ve yanlış manalardan sıyrılıp saf frekansını hissetmeye çalışıyoruz? Mesela “özgürlük” kelimesi öz kelimesinden; öz kelimesi de “ö” fiilinden yani “düşünmek, bilincinde olmak” fiilinden türemiş. Yani özgürlük; düşünen, bilincinde olan kişinin içinde olduğu hal ve durumdur. Ama biz sadece bir şeylerden serbest ve azade olan anlamında kullanıyoruz. Oysa ne kadar önemli bir kavram.
Anlatım bozukluğu yaratmamak adına en azıdan konuşurken “teşekkürler” i kullanmaya çalışacağım. ( Ben “teşekkür ederim” kalıbını “şükran sunma” nın Türkçeleştirilmiş hali olarak düşünüyordum.) Ancak kısa cevaplı yazışmalarda alt seviye nezaket göstergesi olmaması açısından sanırım ” teşekkür ederim”i kullanmaya devam edeceğim. Benim bu kalıp ile asıl sorunum, insana “şükran” sunuyor olmak. Ancak yerine kullanabileceğim bir şey bulamadım.
Teşekkürler.
İnsana şukran sunmaktaki gibi bir durum özür dilemekte de var. Özür dilemek de aslında seni bağışlıyorum demek. Çünkü özür bağışlamak demek arapçada. Türkçede bu anlama bürünmüş. Elbette genel kabul gören anlamı bu olduğu için arapçadaki kök anlamından ayrı düşünebilir, görmezden gelebiliriz. Ne de olsa dil canlı bir organizma gibi daima değişim içerisinde. Ama tüm bu kök anlamından kopma ve kültürel yorumlamalar bu “yerine kelime bulamama” sorununa yol açıyor. Bizler birer ara form gibiyiz. Geçiş dönemi varlılları… Umarım artık kelimelere ihtiyaç duyulmayan bir gerçekliğe, mana denizine kulaç atıyoruzdur 🙂
Aslında şöyle hayal edelim (büyük bir adada malikahanede yaşıyoruz ve herşey sesle çalışıyor))belki mananın özünü yakalayabiliriz ve manayı maddeden ayırabilir ,özü posadan ayırmayı ve manayı tam ve doğru olarak anlayabiliriz önyargı ve şartlanmaları kaldırırız;adadaki ve malikanemizdeki herşey elektirik devrelerine ve sese duyarlı olsun;0-1-0 mantığıyla hareket edelim)))ve ışıklar yansın:evin içindeyiz;süpürge dediğimde süpürge makinası evi temizliyor ve temizleme işleminin manasını alyoruz süpürge makinası madde olarak ortadan kalkıyor,yemek dediğimizde o an yemeği yiyorsunuz daha doğrusu manayı yediniz))haydi dışarı çıkalım dolaşalım araba veya herhangi bir taşıt dediğinizde onu kullanıyor ve taşıt madde olarak kendinden çıkıyor manasını kullanıyorsunuz ve sizi sahile çıkarıyor kumsal kumsallığını rüzgar rüzgarlığını yitiriyor ve manayı yaşıyorsunuz;anne baba çocuk eş arkadaş herbirinin hissiyatı enerjisi sevgisini ayırtedebilirseniz şayet manayı yersiniz/yaşarsınız)) İnsanda yüzlerce değişik yüksek his ve her bir hissin de ayrı ayrı lezzetleri ve elemleri vardır. İnsan bu hislerin gelişmişliği ölçüsünde sınırsız gelişmiştir, insanı insan yapan, akıl, şefkat, adalet, iyilikseverlik vs. gibi mana ile beslenen hisleridir, yani manevî uzuvlarıdır oda Allahtandır.
BABİL…
OKUDUĞUMUZ, GÖRDÜĞÜMÜZÜ VE YORUMA AÇIK OLAN HER ŞEYİ BÜTÜN İNSANLAR HEP AYNI YORUMLUYORLARDI. ASLINDA KARIŞTIRILAN KONUŞTUĞUMUZ İNGİLİZCE-ALMANCA VS DİLLER DEĞİLDİ; KARIŞITIRLAN DİL ANLAM-YORUM DİLİYDİ. BU SEBEPLE BÜTÜN FİLİMLERDEN VE ROMANLARDAN AYNI YORUMA VARDIĞIMIZ HALDE “DİN” KİTAPLARINDAN HEP FARKLI ANLAMLAR ÇIKARIYOR İNSANLAR.
YANİ KARIŞTIRILAN DİL MANEVİYAT DİLİYDİ…M:R
Kesinlikle… Dil aslen daha manevi bir araç idi. Yorumlamalar daha kalbi, daha hissi idi. Babil bu hislerimizden uzaklaşmamızın bir metaforu gibi… O nedenle artık birbirimizi anlamıyoruz. Hislerimizle konulmadığımız, bu aracı kullanmayı unuttuğumuz için.
[…] Her şey tek bir ÖZ, tek bir TÖZ’den meydana geldi. Işık tek ve birdi, prizmadan geçen beyaz ışığın renklerine ayrılması misali sonsuz renk ve forma bölündü. O halde başlangıçta manasız, anlamsız tek bir forma sahip ve hatta formsuz olan ilk hareket, nihayetinde yeni formlar yani yeni bir anlam dünyası yarattı. Şu an üzerine konuştuğumuz, tartıştığımız anlam ve mana dünyası. […]