Çok şey istemiyoruz aslında…
Güç delisi politikacıların aksine sadece huzur istiyoruz. Mutlu olmak da değil aslında istediğimiz. Sadece kaslarımızın gergin olmaması, stresli olmamak, huzurlu olmak… Ama olamıyoruz, çünkü çok şey biliyoruz, çünkü yasak elmadan yedik bir kere…
Sizlere huzurun en saf halini anlatmaya çalışacağım. Saf huzuru, yani hiçliği. Dünyaya geldiğimiz andan itibaren 5 duyu organımızla zihnimize bir bilgi bombardımanı gelmeye başladı. Daha fazla bildikçe daha fazla sogulamaya başladık. Bebekken nesneleri tanımlayabilmek için ağzımıza soktuk. Çocukken olayların arka yüzünü de bilebilmek için (olayın sadece oluşu bize nedense yetmedi) sürekli “Neden?” sorusunu sorduk ebeveynlerimize. Öyle sihirli bir kelimeydi ki bu neden kelimesi, sonsuza dek sorabilirdik bize her seferinde cevap verilse bile. Büyüdükçe bildiklerimiz sadece daha fazla soru ve sorun yarattı. Bazı insanlar bildikleri yüzünden öldürüldü, bazıları da bildiklerini referans alarak öldürdü. Bu gün geldiğimiz son noktada ise dünyanın şu durumu, tarihi; sadece insanoğlunun aptallığı ve vahşetiyle akılda kalıyor. Doğan, başkalarına hizmet eden ve ölen canlılar olarak hayatımız boyunca acı çekiyor, çekilen acılara seyirci kalıyoruz. Peki huzuru nasıl bulacağız böyle bir ortamda?..
İnsanoğlu pratik zekalıdır. Sorunlar çoğaldıkça umursamamaya başladık, yanımızda insanlar katledilirken eğlencemize devam ettik. Aynı sokaktaki düğünlerin ortasından cenazeler geçti. İnsanlar aldatarak, sömürerek başkalarını kullandıkça biz de başkalarını kullandık. Erdem artık modası geçmiş bir kavramdı, yerine daha “pratik” kavramlar ürettik.
Dinlerimize sarıldık, çünkü yaptığımız kötülüklerin üstünü örtecek bir toprak lazımdı. Altımıza lüks jipler çektik, aslında hiç gereği olmayan büyük evler aldık, oysa atalarımız bizi bu günlere göçebe çadırlarda kalarak getirmişlerdi. Tek bir çadır insana yetiyorken tripleks villalar aldık. Tüm bunları yaparken bir yandan dinimizden olmayanları dışladık, sözde dinimize sahip çıktık. Oysa dünyadaki en ilkel kabile dininden en çok üyesi olan dine kadar hiçbirinde kendinizi lükse boğun demez, tam aksine din tamamen materyalizm karşıtıdır. İnsanı özüne, maddi olmayana, bedeninin dışına çıkmaya işaret eder. O nedenle ritüelleri vardır. Maddeye bağımlı olmayan bir yaşam tarzını öğütler, ama insanoğlu olarak dinleri de tüketim malzemesi yaptık. Riyakarlığımızı onlarla örtpas ettik. Para kazanmalısın dedik, oysa para insanı maddeye köle etmek için hususi olarak üretilmiş bir araçtı. Aslolan özümüzü unuttuk.
Kısaası insanoğlu huzuru aramadı, kendi huzurunu kendi yarattı. El yapımı huzur da bu kadar oldu. Oysa huzur, onun için birşey yapmayı gerektirmiyordu. Zaten doğmadan önce huzurluyduk. Hem de saf huzur. Çünkü henüz elmadan yememiştik, hiçtik, hiçliğin bilgisinden başka bilgi yoktu. Bir zamanlar yoktunuz, yok olduğunuz zamanları düşünün. Siz öldükten sonraki zamanları düşünün. Ne kadar huzurluydu ve yine huzurlu olacak. Vergi ödemek yok, birkaç kuruş para için başkasına köle olmak yok, sokakta kalmak yok, stres yapacağın bir şeyler yok… Saf huzur var…
Saf huzur dünyada olmadığımız zamanlardır. Hiç olduğumuz ya da her şey olduğumuz zamanlar. Bir zamanlar hiçtik, ya da her şey. Çünkü; Her şey=Hiçbir şey Bir “zamanlar” zaman da yoktu. Geçmişe üzülecek, geleceğe kaygılanacak bir zaman da yoktu. Çünkü geçmiş de yoktu, gelecek de yoktu, şu an beyin hücreleriniz arasındaki sinapsislerinizden geçen elektrik akımı da yoktu, düşünce yoktu, söz yoktu, sadece karanlık vardı… hatta belki o da yoktu, çünkü renkler de yoktu.
Yokluğu düşünmek çoğu insana huzursuzluk verir ama aksine huzurun ta kendisidir. Eğer bir gün size ölmeyi mi isterdiniz yoksa yok olmayı mı diye sorulursa hiç tereddüt etmeden yokluğu seçin. Çünkü her ne kadar cennet ve cehennemde de vergiler, faturalar, sinir stres yoksa da, sonuçta sonsuza dek yaşama fikri biraz ürperticidir… Cehennemde yanmak, herhangi bir sorumluluk yüklemediği için huzurludur, sadece yanarsınız başka işiniz yoktur. Cennete gününü gün etmek de herhangi bir sorumluluk olmadığı için huzurludur. Fakat sonsuza dek yanmak ya da cennete yaşamak sıkıcı olurdu. Cenneti de cehenneme çevirebilirdi. Nitekim bu gün çok yüksek refah düzeyinde olan İsveç ve Norveçte en yüksek intihar oranları görülmekte. Çünkü her şeye sahip olmak = Bir yaşama amacına sahip olmamak.
Tüm bu perspektiflerin bizi getirdiği nokta hiçliğin saf huzrudur. İnsanoğlu ya mücadele etmek ister tüm mazoşist, acı severliğiyle hayatta bir varlık edinmek ister, bu varlığı esnasında başarıları olur, ki başarı aslında başkasının başarısızlığıdır, yani başkalarına acı çektirir, ya da mücadelesinde başarısız olur ve acı çeker, yine de vaz geçmez. Çünkü acı, var olduğunun hissetmenin en net yoludur. Canın acıyorsa, varsındır. Peki insan neden bu denli var olmak ister? Neden varlığı için ailesin, tanrısına şükürler eder? Yok olmak, hiç varolmamış olmak daha iyi değil midir? Yoksa insan dünyadaki bu acı çekme ve acı çektirme tiyatrosundan hoşlanır mı?
Dünyanın vahşeti bu günlerimizde daha derinden hissedilirken insan oğlunun varlığı için şükretmesi, aslında insanın huzuru aramadığını gösterir. Huzur değil aradığımız, bir amaç. Teröristler kitaplara bakıp kendilerine bir amaç biçerler, katil devletler kendi kitaplarına bakıp kendi amaçlarını biçerler. Biz halk kitleleri bu acımasız amaçları izler ve dökülen kanda boğuluruz ama yine de varlığımıza şükrederiz. İyi ki doğdun deriz, iyi ki doğmuşuz…
Saf huzur yokluktur, saf huzur bu dünyada olmamaktır, saf huzur bu zamanın dışına çıkmaktır, saf huzru zamandan münezzeh olan yaşar, saf huzru muhtemelen tanrı ve melekleri yaşar, saf huzur henüz kendi varlığını hissetmemiş canlılar yaşar. Çünkü kendi varlığını hissettiği anda insan yaratma ve yoketme potansiyeline sahiptir. Ve dünya tarihi ikincisinin daha çok kullanıldığını gösterir…
İç karartıcı yazı için özür dilerim, lakin bazen sadece hayal kurmadan gerçeğe en çıplaklığıyla bakmak gerekir. Sadece bakmak bazen her şeyin görülmesi için yeterdir.
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Yazınızı iç karartıcı değil aksine tam ruh halime uygun buldum, yalnız şuna katılmıyorum, insanlar gerçek Varlıklarını hissedemedikleri için Dünya’ya kaos hakimdir, çünkü gerçek varlığımız ulvîdir, (dini anlamda kastetmiyorum) bunu kavrayıp yüzeye çıkarabilen insanlar arttıkça belki bu berbat dünya biraz olsun yaşanır hale gelir
Sizi anlıyorum, gerçek benliğimizi kastediyorsunuz, aradığımız ya da ulaşmaya çalıştığımız şey de bu. En azından benim öyle. Artık bu yazıyı yazdığım zamandaki kadar pesimist değilim. Shekspearin sözlerindeki derinliği anlamaya başlıyorum: “Hayat bir oyun sahnesi, biz de oyuncularıyız…” İyi ve kötü bir arada oldukça bir devinim yaratıyor ve bu da gelişmeyi tetikliyor. Sanırım bakış açımız her şeyi olduğu gibi kabullenmek, yadırgamamak. Mükemmel bir toplumda, acısız huzurlu bir toplumda gelişim devinim de olmazdı belki de. İnsan daha iyiyi aramazdı her şey önünde hazır olsaydı. Bu kaos bizi arayışa sürüklüyor. Saf huzuru arıyorum çünkü kaos var. Kaos hem dünyada hem de zihnimde. Saf huzur budizmdeki boşluksa eğer ve yüksek benliklerimize ulaşmamızın yolu o boşluktan geçiyorsa gerçekten (bütün doktrinler bunu söyler) o zaman bizi bu arayışa itekleyen tüm etkenler gerekli olan şeyler. Muhtrmelen ikilik denen şeyin yaradılışın ilk anlarında yaratılmış olması da bu sebepten. Tekrar bir olmak için teşvik…
bu dünyada var isek yada var olduğumuzu sandığımız süreci yaşıyor isek ve dünyada huzur bulmamız olası iken, saf sevgide mi arasak saf huzuru değerli yazar 🙂 öncesi yada sonrası yokluk, şu an ulaşılmaz ise saf huzura tek çare, saf sevgi olmuyor mu? bulabilene ve tutabilene…
Saf huzurun saf sevgide olduğunu anlamam için tam 3 yıl geçmesi gerekmiş sevgili okur 🙂 Eski bir yazı malum ama insan olmak böylr bir şey, hep bir dönüşüm… Yokluğu ve huzuru dışarıda aramışım anlayacağınız. Dışarıdaymış da nitekim, dışarıda gördüğüm içimde…
Çok güzel bir yazı izniniz olursa linki facebookta paylaşmak istiyorum…
Elbette. Hatta mutlu olurum linkle paylaşırsanız 🙂
mükemmel tek kelimeyle.. Zihnimi açmama yardımcı oldunuz :))
Teşekkürler 🙂 Zihnimin açıldığı bir anda yazmıştım bunu yıllar önce. Zamanın ötesine geçerek başka zihinleri de açıyorsa bu yazı ne mutlu bana. 🙂
size bir sorum olacak…dünyaya neden geldiniz?yani bu soruya bir cevap bulabildiniz mi?..bu dünyaya fırlatıldık mı?yoksa bizimkisi bir seçim mi idi:)biz bu dünyaya neden geldik…gündemimde şu sıralar bu soru var…kendi cevabını bulmuşların cevaplarını duymak isterim doğrusu..bugün keşfettim sizi bu arada..okuyacağım yazılarınızı..benim de kırık dökük bir blog sayfam var..çocuk işi gibi biraz..sizinki maşallah pek afili…teşekkürler yazılar için..
Hoşgeldiniz 🙂 Güzel yorumlarınız için çook teşekkürler ve lütfen yorumlarınızla katkı yapmaya devam edin. Bu blogun yarısı yazılarsa diğer yarısı da tıpkı şu an sizinki gibi güzel sorgulamalar ve yorumlardır.
Bu arada bu yazım 2012 yılına, yani blogun açıldığı yıllara ait. Daha ergenlik zamanlarım yani. 🙂 Ama bilerek silmiyor, yazıdaki anlatım bozukluklarını dahi düzeltmiyorum. Zaman içinde hem yazım dilim, hem anlatım şeklim hem de görüşlerim elbette her insan gibi değişiyor ve bu değişimi blogun zaman çizelgesinde göstermek; blogun ismine de yaraşır bir şey. 🙂 O nedenle bu yazıdaki görüşlerin tamamını şu anda benimsemiyorum. Daha güncel yazılarım var sizin bu sorunuza cevap olabilecek ama kısaca şöyle cevaplayayım… Zaman döngüsel olmalı, ouroboros yılanı sembolü gibi… O halde şu an benim burada sizin mesajınıza yanıt veriyor oluşumda bile bir önceden belirlenme hali vardır diyebiliriz. Bu açıdan bakınca olayın ya da yaşamın kendisi değil de olaydan ya da yaşamdan edindiğimiz deneyim aslolan olmalı. Keza bu konuyu labiretteki adam sembolü üzerinden anlattığım bir yazım ve tedx konuşmam da var. İnceleyebilirsiniz. 🙂