Geleceğin geçmişi etkilemesi öncelikle zaman algımızla ilgilidir. Zaman algımız geçmişten geleceğe doğru giden bir yol gibidir. Bilincimiz bir otobanda yol alırcasına mutemadi bir bilinmeze ilerler. Zamanı algılayış biçimimiz bizi sebeplerin ve sonuçlarının olduğu bir hayat algısına sürükler. Eğer o işi kabul edersem şu kadar maaş alacağım, eğer o kıza teklif edersem reddedileceğim ya da mükemmel bir ilişki yaşayacağım…
Yani şu an aldığımız kararlar geleceğimizi etkiliyor, şekillendiriyor…
Peki gelecekte alacağımız kararlar geçmişimizi etkileyebilir mi? Geleceğin geçmişi etkilemesi nedir? Zaman tersine akabilir mi?
Kuantum fiziğinde uzun yıllardır süregelen çalışmaların tıkandığı yerlerden biri de daha önce “Kuantum Dolanıklık” yazımda bahsettiğim iki parçacığın zamandan ve mekandan münezzeh bir şekilde, birbirlerinden ne kadar uzakta olduklarından bağımsız bir şekilde, ışık hızı kuralını dinlemeden anlık olarak birbirlerini etkileme durumlarıdır. Einstein bu duruma “hayalet etki” adını vererek işin içinden çıkamadığını itiraf etmiştir. Hakikatten de hiçbir parçacık ışıktan hızlı hareket edemez, o nedenle bir parçacığın başına bir şey geldiğinde diğer parçacık bunun haberini ışık hızı süresinde öğrenmesi gerek ama kuantum fiziğine göre ikizlerden birini evrenin bir köşesine diğerini de ondan 1 milyon ışık yılı öteye koyduğumuzda, birine vurursak diğeri de bu vurma hissini 1 milyon yıl sonra değil de anında hissedecek. Bu bildiğimiz fizik kurallarına aykırı. Zaten bu nedenle fizik dünyası her şeyi kapsayacak bir teorinin arayışında halen…
Bu açıklanamayan zamandan mekandan münezzeh olma fenomenine bir alternatif açıklama mevcut. Geleceğin geçmişi etkilemesi… Bu konuyu çok fazla bilimsel terimle anlatmak mümkün, nitekim internet bu yazılarla dolu ama mümkün mertebe sadeleştirmeye çalışacağız.
Atom altı parçacıklarımız yani kuantum durumlu parçacıklarımız normal fizik kurallarından farklı bir kurallar sistemine bağlı. O nedenle iki gezegenin birbirini etkilemesiyle iki atom altı parçacığın (maddeyi, atomu oluşturan çok çok küçük ebatlı parçacıklardan bahsediyoruz) birbirini etkilemesi aynı fizik kanunuyla açıklanamıyor. O nedenle “Her şeyin Teorisi” deniliyor. Aradıkları şey bu. Atom altı parçacıklar yukarıda da bahsettiğimiz gibi sıra dışı davranışlar sergiliyorlar.
Mesela birini çok seviyor ama ona açılamıyorsunuz. Gün geliyor ona açılmak için kendinizde cesaret buluyor ve ona bir mesaj atıyorsunuz. Ona mesaj atmadan önceki durumda, onun sizin teklifinize evet mi yoksa hayır mı yanıtı vereceği belirsizdi. Çünkü bu konuda yapacağımız ön görüler tahminden öteye gidemezdi. Fakat ona açıldığımız mesajdan sonra söz konusu kişi bir karara varmak zorunda kaldı. Size yakınlaşmak ya da kestirip atmak… Onun size karşı tavrını bir kesin durumlu hal aldırmaya zorladınız. Ona teklif etmeden önce hakkınızda ne düşündüğünüzü yani durumunu bilmiyordunuz.
Böylece size karşı bir tutum alma kararı aldı ve diyelim ki teklifinizi kabul etti.
Anlattığımız kurgu lineer zaman çizgisinde böyle gerçekleşir ama bu teoriye göre atom altı düzeyde aslında olaylar şöyle cereyan eder:
Siz platonik olarak aşık olduğunuz kişiye açılma kararı aldığınız anda belirsiz durumda olan karşınızdaki kişinin size evet mi yoksa hayır mı diyeceği durumu, bir belirli hal kazandı. Söz konusu düşünce enerjisi bir kuantum alan yarattı ve eş parçacıklarını etkileyerek söz konusu kişinin karar mekanizmalarına kadar ulaştı. Siz henüz eyleme geçmediniz, yani sevdiğiniz kişiye açılmadınız, mesaj atmadınız ama kararınızı verdiniz ve ileti karşı tarafa gitti. Karşı taraf da kararını parçacık düzeyinde verdi. Bu parçacıklar da size ulaşarak algınız düzeyinde kararınızdan cayma ya da kararınızın arkasında durma / harekete geçme kararlarınızı etkiledi. (Sanırım bu nedenle çok fazla gel-git, ikilem yaşıyoruz bu tür kararlarda) Böylece henüz gerçekleşmemiş olaylar silsilesi, geçmişi etkiledi. Aslında düşünce gücünün izlediği yola baktığınızda her şey yine lineer işliyor gibi görünüyor. Fakat somut dünyaya baktığımızda gelecek, yani sevdiğiniz kişinin sizi reddetme ya da teklifinizi kabul etme durumu geçmişinizi yani verdiğiniz kararı etkiliyor.
Özetle siz birine açılmaya karar verdiğinizde aslında alacağınız cevap size ulaştı bile. Açılacağınız kişinin size verdiği cevap, tepkisi, hisleri ve enerjisi size ulaştı. Fakat bunu fark etmiyorsunuz çünkü zamanı lineer algılayacak şekilde evrimleştik (ya da programlandık). Bu da şu an verdiğimiz kararı etkiliyor. Yani gelecekteki bir olay şu anımızı etkiliyor.
Atom altı parçacıkların farklı bir boyutta olmaları sebebiyle bu tür lineer olmayan zaman sapmalarını yaratabildiklerini düşünüyorum. Zamanın farklı aktığı (mesela ters yönde ya da her iki yönlü) ya da zamanın olmadığı bir boyutta bu tür zamanda ileri ya da geri gidişler mümkün. Bilincimiz, dolayısıyla zaman algımız bunu algılayamıyor çünkü kadimlerin “maya” dediği bir şeyi algılayacak kapasitede sadece. Yani atomaltı parçacığın yaydığı / projekte ettiği ışığı, bir yansımayı, sahte görüntüyü algılıyor. Bunun neticesinde de, fizik bilimi rasyonel gözlemle uyuşmayan olgular keşfediyor. Keşfetmeye de devam edecek.
Şimdi bu yetimizi bilinçli olarak kullandığımızı farz edin.
Çok güçlü bir irade ve karar verme mekanizmamız var. Net olarak kararlarımızı veriyor ve sürekli ilerliyoruz. Sürekli bir belirlilik durumu içerisinde net bir gelecek inşa ediyoruz kendimize. Geleceğin geçmişi etkileyemediği bir gelecek… Bu ancak zihin kontrolü ile mümkün görünüyor. Zihnimizin üzengilerini ele almakla… Tüm atomaltı parçacıkların izleyecekleri yollar belirlenebilir ve anda kalarak gelecek ve geçmişi tek noktada birleştirebiliriz.
Bu olduğunda aslında zamandan ve mekandan münezzeh oluruz.
Yani atom altı parçacığın kendisi oluruz.
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Reblogged this on tabletkitabesi.
DÜŞÜNCE HIZI IŞIKTAN HIZLIDIR, ÇÜNKÜ DÜŞÜNMEK; IŞIĞI YAKMAYI DÜŞÜNMEK IŞIĞI YAKAR, SONRA IŞIK YOL ALIR. DÜŞÜNCE (NİYET TOHUMU) İLE IŞIK İKİZ GİBİLER… M:R
BELKİ DE HAYAL ETTİĞİMİZDE GELECEĞİ GÖRÜYOR, AMA ANLAMAMIŞ OLABİLİRİZ. BAZI İNSANLAR BİLİYORUM, BİR ŞEY HAYAL EDERLER VE HAYAL ETTİKLERİ YERDE BULURLAR KENDİLERİNİ ANIN GELECEĞİNDE. BELKİ DE GELECEKTEKİ KENDİLERİ, KENDİLERİNİ O İŞİ HAYAL EDERKEN BULDU, KİM BİLİR? HANİ NE DENİYORDU? HER ŞEY ÖNCEDEN BİLİNİYOR; YANİ GELECEKTEKİ BEN GEÇMİŞTEKİ BEN’İN NE YAPACAĞINI BİLİYOR, YAPTIĞINI DEĞİL..
Evet Minerva. Bu da bizi aslında kader meselesine götürüyor. Yazıda bahsedecektim ama karışmasını istemedim. Dediğin gibi gelecekteki ben, geçmişteki benin ne yapacağını biliyor, yaptığını değil. O nedenle gelecekten geçmişe atomaltı düzeyde bir veri gönderiyor. O halde bu geleceğin geçmişi etkilemesi bir tür kader midir?
Bu çok serin bir konu ve zihnim ister istemez, bilimsel olmayan öğretilerin getirdiği (spritüel, ezoterik) cevaplara gidiyor. Bilimsel olarak bunun açıklamasını yapmada bu denli zorlanma sebebimiz yazımda da bahsettiğim gibi aslında bir illüzyona bakıyor olmamız olabilir. Nitekim NASA mühendisleri dahi illüzyonda yaşadığımızı kabul edip havlu atmışlardı yakın zamanda yayınladıkları makalelerle… 🙂
ASLINDA BENCE O KADAR DA KAYMIYOR; SEBEBİ DE ASLINDA HER ŞEYİN YARATICISI KENDİMİZİZ. AKLIMA BUNU YAZARKEN PREDETİNATİON FİLMİ GELDİ… YADA OUROBOROS, HANİ SİZİN BLOĞUNUZDAKİ SİMGE, KUYRUĞUNU YİYEN (ISIRAN) YILAN
https://wordpress.com/read/blogs/117899956/posts/289
Spiritüel kaynaklar bir üst boyutta var olan bir şeyin fiziksel dünyada gerçekliğe dönüşmesinin düşünce ve imgelemeyle olacağını söyler. Buradaki tek zorluk yüksek frekansta olan ışık gibi bir atom parçacığını fiziksel evrende maddeye dönüştürmek gibi geliyor. Belki de gelecek bu şekilde ışık olarak gerçeğe dönüştürülmeyi bekliyor… Uyku ile uyanıklık arasında bazen bu gibi olguları görebiliyoruz… Ve bu da her anın rengine göre değişebilir bir şey.. Yine de kuantum fiziği bu konuda bir devrim ve bu konuyu zihinde ve bahsettiğimiz boyutta algılamamıza kapı açıyor. Bu yazıda diğerleri gibi zihin açıcı oldu kendi adıma… çok teşekkürler.
Aklına sağlık. Teşekkür ederim bu güzel yazı için. Tam da kafa yorduğum konudur son zamanlarda.
Gelecek ve geçmiş arasında çift yönlü nedensellik vardır. Fizik yasaları zamanın tersi yönünde de kusursuz bir şekilde işler. Bizim sandığımız şekliyle zamanın ilerleyişi aslında bir illüzyon. Bir nesnenin geçmiş, şimdi ve gelecek durumları birbirlerine kesintisiz olarak bağlıdır. Dolayısıyla hoşlandığınız kişiye açılma kararınızdan önce hatta onu siz daha hiç tanımazdan önceki durumunuz, mesajınıza nasıl yanıt vereceğinin etkisi altında olacaktır…
Zaman illüzyonunu çıkardığımızda tüm bu var oluş macerası tamamlanmış durumdadır -KADER. Bilincimiz ise bu tamamlanmış filmde role kendisini fazlasıyla kaptırmış oyuncu konumunda oluyor; kendisini sebep yaratan sanan oyuncu. Peki senaryoyu tamamlamış bulunan kim?
Sevgili moderatör ve sevgili Deniz yazdıklarınız ufuk açıcı ve düşünmeye zorlayan bir tarzda. Zaman her şeyin aynı anda olmasını engellemek için var ve eğer bu evrende tek bilinçli canlılar bizlersek bu “varlığın sıkışmışlık” durumunu hissedebilende yalnız bizleriz demektir. Ama madem ki bu sistemin içinde var olduk ve bunu yaşamamız gerekiyor bütün bu olan bitene nasıl bir anlam yüklemek gerekir?
Burada öncelikle bir kavramsal durumu açıklığa kavuşturalım. Kuantum mekaniği mikro evrendeki işleyişe hakimdir. Yani kuramın tanımladığı olasılık dalgası ve dolanıklık durumlarının mikro evrende gözlenen fenomenlerdir. Bizim gibi makro ve devamlı çevre ile etkileşimde olan sistemlerde dolanıklık olmaz ve kuantum olasılıları çok düşük seviyelere inerek etrafımızda gözlenen klasik etkileri oluşturur. Fakat beyin özeldir. Zihin fenomeninin fiziksel dünya ile etkileşimi nörobilim camiasında halen çözülememiş bir meseledir. Ne yazık ki klasik fiziksel yöntemler (kuantum mekaniği dahil) zihni kuramsal bir temelde tarif edemezler, ona ulaşamazlar ve parçalara ayıramazlar. Bu mistik doğası nedeniyle zihin üzerinden çok sayıda spekülasyon yapılabilmektedir. Bilinen tek şey ise tüm varlığın uzaydan, yani fizik dilinde vakum diye tabir edilen enerji dalgasından çıktığı (form bulduğu) ve onun tüm özelliklerini taşıdığıdır. Vakum bugün için tam bir fiziksel muammadır. Ne vakumdaki karanlık enerji aydınlatılabilmiş ne de vakumdaki boyutlar üzerine uzlaşılabilmiştir. Dolayısıyla varlık, zihin ve karşılıklı etkileşimler (geçmiş-gelecek) konularında bir koca boşlukla karşı karşıyayız denilebilir. Felsefe bu boşlukları mantıkla, fizik ise deneylerle doldurmaya çalışır. Şu anda her ne kadar bildiklerimiz daha çok az olsa da insan acelecidir. Bir an önce sonuca ulaşmak ve kendi varlığına kısa yoldan anlam yüklemek ister. Zaten bu nedenle felsefi ekollerinin bir çoğu çatışma halindedir.. Kanımca bugün için yapılabilecek en iyi şey tam olarak anlayamadığımız bu sistemin arkasındaki nedeni sezgilerimizle hissetmek ve ona göre hayatımızı şekillendirmektir.. Sevgilerimle…
Katkınızdan ötürü ben de teşekkür ediyorum Alper. Konuyu biraz daha derinlemesine düşünmemi sağlayan kilit soruları bulmamı sağladınız.
Makro ölçekteki bir nesne mikro ölçekteki çok fazla sayıda kuantum dalga fonksiyonu çökmesinin bir sonucu olarak biçim alıyor. Mikrodaki olasılık sayısı ile makrodaki olasılık sayısı arasında kıyaslanamayacak kadar büyük fark var. Kuantum dünyası çok esnek ancak makro ölçeklerde çok daha sınırlı ve istikrarlı bir gerçeklik oluşturuyor. Sanki gerçekliği oluştururken belirli biçim ve kuralların dışına çıkılmayacağına dair antlaşma yapılmış gibi. Ben bunu makrodaki varlıkların birbirlerinin kuantum olasılıklarını sınırlandırmalarına bağlıyorum. Buna holistik geri bildirim etkisi denebilir.
Peki, mokro ölçeklerde de kuantum fiziği gözlenebilir mi? Araştırmalarım ve bizzat kendi deneyimlerimden yola çıkarak buna evet diye cevap vereceğim. Özellikle eşzamanlılık fenomeni buna en iyi örnektir. Öyle ara sıra saate baktığınızda çift rakamları yan yana görme türünden değil son derece sofistike eşzamanlılık durumları yaşanıyor.
İnsan beyninin özel olduğunu belirtmişsiniz. Evet, hem mikro hem de makrodaki değişikliklere hassas olan bu yapı adeta ayrı fizik kurallarının işlediği iki farklı âlem arasındaki boyut kapısı gibi. Bilinç kuantum imkânları alanında cereyan ediyor ancak makronun bilgisini işliyor; kuantum esnekliğini kullanarak.
Şimdi sizin de yazınızın başında belirttiğiniz asıl soruya gelelim: Ben biraz daha açacağım. Bu konuda bir hayli mesafe kat etmiş insanın bütün bu olan bitenin işleyişini anlamaya çalışmasının mahiyeti nedir?
Bir şeyin asıl varlık sebebi o şeyin en yetkin olduğu niteliğine göre sorgulanmalı. İnsan, bilinciyle evrende ne işe yarar diye soruyorum ilk önce öyleyse. Evrende insan bilinci olmadan olmayacak şeyleri oldurmak için varız; bir bakıma entropiye rağmen kompleks düzenli varlık çeşitliliğini arttıracak yükselteç/hızlandırıcı vazifesi görüyoruz.
Peki, tüm bunların anlamı ne? Bilemiyorum. Hayal gücümü kullanarak şunları söyleyebilirim. Bence Varlık hep tam ve sonsuzdur. Tüm olası evrenler ayrı ayrı fazlarda kendi başlarına eksiktir ancak bunlar topyekûn olarak ilelebet tamlık halindedirler. Tıpkı boş bir tuvalin, üzerine sayısız resim çizilebilme potansiyeli olduğu gibi.
Ama yine de hakikat bence böyle değil 🙂
Entropi ve potansiyel kavramlarını kullanmışsın bu yorumunda Denizhan. Bence kendi sorunun cevabı yine kendi sorduğun soruda gizli 🙂 Blogun ikinci yazısı olan “Entropi & Zaman” adlı yazıda aslında biraz da insanın evrenin entropisine karşı gelen bir varlık olduğunun altını çizmeye çalışmıştım. Hakaten de varoluş amacımız bu olabilir çünkü kollektif bilincimizin enyropiden sağ kurtulduğu bir gerçek.
Potansiyel konusunu anlatmanın pek çok farklı ekolde pek çok yolu var ama tasavvuftaki esma ve terkip kavramlarını ben insanın potansiyelini açığa vurması hususunda çok sevdim. Üzerine araştırabilirsiniz.
Değerli katkın için çok teşekkürler Alper. Sistemi sezgilerle hissetme konusundaki önerine kesinlikle katılıyorum. Aslında kişisel yolculuğum da bunun üzerine kurulu. Yani sistemi sezgilerimle hissetme üzerine. Ama yazılarımdan da görüldüğü üzere doğuştan gelen oldukça analitik bir zihne sahibim. Hislerimi kullanmayı öğrenmeye çalışıyorum. Bunu yapabilen insanlar tanıyorum ama onlar da bunun nasıl olduğunu bilmiyorlar. Bizim gibi insanlar mekanik düşünür. Hisleri bile tersine mühendislikle parçalayıp içini açıp tekrar yapmaya çalışır ama söz konusu sezgi olduğunda ortada bir nasıl olamıyor. Yine de arıyoruz 🙂
Yine güzel bir konu sevgili kardeşim,siz bu yazıyı yazmadan sanırım birkaç gün önce dostlarımla bu konu üzerinde bir sohbette bulunmuştuk.vardığımız sonuç Geçmiş ,gelecek ve şuan aynı anda yaşanıyor olabilir mi?
Geçmiş zamanlarda kuyruğunu yakalamış yılan sembolüyle anlatılırdı zamanın tek bir an olduğu. Çünkü o an çıkışın, başlangıcın ve sonun aynı noktada olduğu yerdir ‘dem bu demdir dem bu dem’ der sufiler. An bu andır. Başka an yoktur. Anın açılımı saliseyi doğurur, saniyenin yavaşlatılmış hâli dakikayı meydana getirir. Buradan saat ortaya çıkar. Saat daha sonra güne doğru gider, aylar,mevsimler,yıllar ve yüzyıllar şeklinde devam eder. Maddenin aslı ışıktır. Madde denilen şey aslında enerjidir. Madde yavaşlatılmış enerjidir. Yani maddeyi hızlandırırsanız enerji açığa çıkar. Peki, enerjinin aslı nedir? Enerji ışığın yavaşlatılmış halidir. Enerjiyi hızlandırırsanız ortaya ışık çıkar. O zaman maddenin aslı ışıktır. Sufizm de Tayy-i mekân vardır Zaman ve mekânlar arasında gezinebilmek, yolculuk yapabilmektedir. Bir andır onlar için zaman.Yani hep o anda olmak… O makamı yakalamış kişi ,sayısallık ve çokluktan birliğe inmiştir. Aslolan andır geçmiş gelecek ve şu an aynı anda yaşanmaktadır,enerjiyi hızlandırıp ışık olabildiğimizde zamanın ortadan kalktığını anın yaşandığını görebiliriz.Bu konuda“Zamanın Ötesindeki Dahi” diye anılan Nikola Tesla
─“Eğer evrenin sırlarını öğrenmek isterseniz herşeyi; enerji, frekans ve titreşim olarak düşünün.” demiş.
Sevgi ve ışıkla kalın.
Oğuz bey muazzam bir eş zamanlılık yaşadık! 🙂
Siz bu harikulade yorumunuzu saat 00:21’de yazıp paylaşmışsınız, bense bu yorumu henüz okumamışken, bu yorumu yazdığınız dakikalarda yeni yazımı yazıyordum ve yorumunuzdan 25 dakika sonra “Ouroboros” adlı yazımı paylaştım. Yani kendi kuyruğunu yiyen yılanı. 🙂
Aynı yazının atında başka okurlar da eş zamanlılıklar yaşadı bu arada. Ouroboros gücünü gösteriyor… 🙂
Enerji, ışık ve madde arasındaki ilişki sanırım bundan daha net ve sade anlatılamazdı. Tek cümlede özetlediğiniz için çok teşekkürler.
Evet sufizmdeki tayyi zaman tayyi mekan olgusunu ve bunu yaşayanların var olduğunu biliyorum fakat sanırım bunu sadece bilmek yetmiyor. Tüm evrenin sırrına haiz olsa da insan bazı içsel melekelerinin, kanallarının açılması gerekiyor sanırım. Mevlananın dediği gibi… Bilmekle olmak arasında yapmak var.
Zamandan ve mekandan münezzeh olmak, iddialı değil mi 🙂 ? Sonuçta maddesellik hakim hayatta. “Bizim” zaman ve mekan algımızdan münezzehlik daha doğru geldi bana. Belki de yanlış düşünüyorum, olabilir.
Yok, doğru düşünüyorsun. Haklısın iddialı bir cümle kurmuşum ve aslında demek istediğim tam da senin söylediğin. Yani algı düzeyinde bunu kastettim ana uzun uzun yazmamışım. Kesinlikle maddi bir dünyada yaşıyor ve bu fiziksel kurallara bağlı olarak hayatlarımızı sürdürüyoruz. Kimse bir anda hokus pokus toz olmayacak, 🙂 bu bağlamda düzeltin için teşekkür ederim. Zaman ve mekan algımızda münezzehlik de aslında bilinçaltı düzeyinde yer yer gerçekleşen bir şey. Farkında olmadan zamansal ve mekansal atlamalar yapıyoruz, kendimizi çok kısa süreler içerisinde başka başka insanların arasında başka ortamlarda ve zamanı daha farklı geçirirken bulabiliyoruz. Algı düzeyinde yazıda da belirttiğim gibi bu lineer bir zaman çizgisinde gerçekleşiyor gibi görünse de geriye dönüp baktığımızda bu değişim ve dönüşüme hayret inde bakabiliyoruz. Bir şeylerin farklı gerçekleştiğini içten içe özde biliyor, hissediyoruz ama kelimelere dökemiyoruz.
Belki de henüz demek istediklerinizi mana boyutunda anlayacak olgunlukta değilim, üzgünüm. 🙂
Yorumlara biraz daha basit bir ekleme yapmak istedim, çünkü bilgim konuşulan konulara yetecek seviyede değil. Geleceğin geçmişi şekillendirmesini şöyle düşünüyorum ben; Hani bazen bir harekette bulunmadan önce, kalp gözümüzle bakarsak eğer, sezgilerimiz bize söyler o hareketimizin sonunun ne olacağını. Hani “için için biliyorum böyle olacak” ya da “içime böyle doğuyor” deriz ya. İşte o gelecekten gelen ses bence. Duyabilene tabii, ki ne yazık ki çoğunlukla duyamıyoruz…
Yorumunuza katılıyorum, o ses gelecekten gelen ses ama şahsi olarak şöyle bir zorluk çekiyorum, belki buna bir cevap getirebilirsiniz siz ya da diğer okurlar: O sesin hislerimizden mi yoksa zihnimizin ürettiği düşüncelerden mi geldiğinin ayrımını nasıl yapabiliriz? Bu ayrımı yapabilenlerin, bunun nasılını açıklamada zorlandıklarını biliyorum, yine de soruyu ortaya atayım 🙂
Olaya şöyle bakabiliriz diye düşünüyorum. Radyo,tv ve benzeri aletler havada ki göremediğimiz frekansları nasıl bir takım araçlarla ses ve görüntüye çevirebiliyorsa bizlerde bazı teknik ve ritüellerle ruhumuzu,bedenimizi,zihnimizi kullanarak bunu yapabiliriz. Ruhumuz bu frekansları alır,zihnimiz ses ve görüntüye çevirir ve böylelikle bedenimizde yansıması gerçekleşir. Bunu herkes gerçekleştirebilir. Yeter ki ruhen ve bedenen yeterli saflığa ulaşsın.
Merhaba, söylediklerinize katılıyorum ancak ben “yeterli saflık” ifadesine takıldım. Yeterli saflık hatta saflık nedir? Doğal olan nedir dolayısıyla? Örneğin Yaratıcı; “İnsan nankördür” der, bu bizim nankör olmamamız için mi söylenmiştir yoksa her zaman nankör olarak kalacağımız anlamına mı geliyor bu Tanrıdan gelen bilgi? Dolayısıyla saflık yani optimum olan nedir bu noktada? İnsanın saf oluşu; geçirgenliği ise iradesini nerede kullanacağını nasıl bilecek ve saflık bunun neresinde konumlanacak?
Tüm yorumları okudum, inanılmaz keyif aldım. Herkese teşekkürler düşüncelerini paylaştıkları için… Özellikle Zamanın Ötesi’ne teşekkürler… Çok sayıda anahtar yazılarınız var…
Ben de çoğu zaman düşünüyor ancak düşüncelerimi çoğu zaman sorgulamadan öteye geçmemesinden ötürü paylaşmaya değer bulmuyordum. Ancak şu an bir an için şunu fark ettim;
Bazen birinin cevabı diğerinin sorusu, birinin sorusunda ise diğerinin cevabı gizlenmiş olabiliyor.
Sorusu olmayan cevap aramıyor, soruların bittiği yerde ise insan konuşmuyor…
Hala konuşuyorsak, cevaplanması gereken sorular bitmemiş demek ki…
Merhaba…
Yeterli saflık, kişinin öz benliğine ulaşmasıdır.
Aslında verdiğiniz örnek çok iyi bir numune teşkil ediyor. Ancak şu var ki türkçemize çevrilirken bazı kelimelerin karşılığı tam manada yerini bulmuyor. şimdi burada kelimelerin ne anlama geldiği konusun da sizlere ders verecek ne bir konuma ne de öyle bir özelliğe sahip değilim. fakat verdiğiniz ayet ile ilgili izninizi isteyerek sormuş olduğunuz soruya cevap vermek isterim.
buradaki ‘insan nankördür’ mealini (bu arada ayet bükücü değilim. sadece mana itibari ile değerlendiriyorum. lütfen yanlış anlaşılma olmasın.) şuna benzete biliriz.
Demir tavında dövülür. diye bir ata sözümüz var. İşte nasıl ki demiri dövmek için yani şekillendirmek ve saflaştırmak için belirli bir seviyede ateşe maruz kalması gerekiyorsa. İnsanında aynı şekilde belirli merhaleleri aşması gerekiyor. Hani bir söz vardır. derler ki insan vücudun da doğadaki bütün elementler vardır diye. İşte bu demirden kasıt insanın katılaşmış duygusuzlaşmış aynı bir demir misali sertleşmiş halini beyan etmekte. Nankör insanda olduğu gibi.
Asıl sorunuza gelecek olursak. Saflık kişinin kendini pişirmesidir. Bu pişirme yada diğer tabir ile yetiştirmesi dahilin de yeterli saflığa ulaşabilir. yalnız buradaki saflık kişinin bir robota dönüşmesi anlamına gelmez. yani gel diyince gelen git diyince giden bir hale bürümez. Elbette duyguları olur, düşünceleri olur. Ancak boyut farlılık gösterir.
doğru cevaba ulaşmak için doğru soruların peşine düşmemiz lazım. Umarım doğru soruları buluruz.
Lafıda çok uzattım. affola.
O ses hislerimiz mi yoksa zihnimizden gelenler mi bilmiyorum çünkü böyle bir ayrım yapma gereği duymamıştım bu zamana kadar ama kaynağını bir kenara bırakıp sesin kendisini nacizane tanımlamaya çalıştığımda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: kişinin hiçbir muhasebeyi işin içine katmadan -ki madde dünyasında muhasebe esastır- kendisini yapmak zorunda hissettiği, yapmamaya çalışmak için büyük bir çaba sarf ettiği ve sonunda da yaptığı şeydir. Bence tabi ki. O sesi duyduğunuzda başka bir şey duyamıyorsunuz çünkü. Buna kendi sesiniz de dahil. İnsan kendisi için hep iyisini ister zaten ama ya yaptığınız şey o anda sizin aleyhinize olansa? Onu öyle bir kuvvetle yapasınız gelir ki muhasebenin bir önemi kalmaz. İki türlü de sonucu vardır o sesi dinlemenin. İlki sonunda sizin için iyi olanın bu olduğunu görürsünüz -ya da diğer seçeneği zaten bilmediğiniz için eldekiyle yetinmeniz gerektiğinden öyle düşünürsünüz :)-. İkincisi de almanız gereken bir ders vardır ve alıp sayfayı kapatırsınız. Yani aslında iki türlü de kazanıyoruz diyebiliriz. Bu sesi bastırabilen kişiler de çıkabiliyor tabi ki. Onu başarmanın adı da pişmanlık bence 🙂 Bütün bu düşünceleri bir kenara bıraktığımda çok keyifli bir yazıydı ellerine sağlık. Ve de teşekkürler, Yahya Kemal Beyatlı’nın Sessiz Gemi’si gibi, o kelimeyi yazının içinde hiç kullanmadığın halde anlayabildiğimiz için 🙂
Cevabın için çok teşekkürler. Benim için önemli bir soruydu yukarıda sorduğum soru. Bunun üzerine düşüneceğim 🙂
Evet, sesin kaynağından öte sesin kendisi önemli ama kaynağını bulma çabamın sebebi de sesin kendisini anlamak istememdi. Sen ve senin gibi (ki bu blogun okurları arasında çokça karşılaşabildiğimiz fakat blogun yazarının tam aksi olduğu) hisleri güçlü insanların duydukları seslerin kaynağını sorgulamadan o sesle bütünleşmelerini anlayabiliyorum. Bunu hiç yaşamamış olsam da, hiç bir iç ses duymamış olsam da anlayabiliyorum çünkü sizin duyduğunuz ses fiziksel bir sesten öte ham bir veri gibi. İşlenmemiş, dekoderlerden geçerek öz niteliğini kaybetmemiş bir bilgi. O nedenle o sesin anlattığı şeylere kalpten inanıyor, uyguluyor ve yapıp yolculuğunuzda güzelce ilerliyorsunuz. Fakat sizin gibi değil de benim gibi o sesi duymayıp (ya da fark etmeyip) yine de o sese ulaşmak isteyenlerin elinde sadece düşünceleri var. Düşünceleri sorgulamamız doğal. Yine de güzel bir pusula verdin yazında. O pusulayı dikkate alacağız 🙂 Teşekkürler.
Keşke kaynağını verebilseydim sana ama dediğim gibi ben aradaki farkı hiç düşünmemiştim. Yani bu ses kalbimden mi yoksa aklımdan mı geliyor diye. Benim için hep ‘içimden gelen ses’ti çünkü ve ikisi de içime dahildi 🙂 Belki bu sesi duyabilmek için biraz unutkan olmak gerekiyordur, ben ziyadesiyle öyleyim. Umarım bir gün sen de o sesi duyabilirsin.
Konular çok güzel, muhabbet çok güzel. Ne yapıyorsunuz sizler, sadece bu şekilde internet üzerinden mi tartışıyorsunuz yoksa bir yerlerde buluşup sosyal aktiviteler de gerçekleştiriyor musunuz?
Hoş geldin 🙂 Sen de yorumlarınla ve kişisel görüşlerinle bu muhabbete eşlik edebilirsin. Hayır sosyal aktiviteler gerçekleştirmedim bu güne dek hiç ama ilerisi için bu tür planlarım var. Aksine birbirini hiç tanımayan insanlara ambiane tabirle bodoslama konu hakkındaki fikirlerini yorumlarda paylaşıyorlar ve ortaya çıkan sinerji sayesinde; okur sadece yazıdan değil yorumlardan da kendine işaretler yakalayabiliyor 🙂