İyileştirmeye çalıştığım şey ile iyileşmemi sağlayacak olan şey aynı… Beyin cerrahı kendi sorunlu beynini ameliyat edebilir mi? Neşter kendini kesebilir mi? Dikiş iğnesi kendini dikebilir mi?
Varlığım varlığımı çözebilir mi?…
Adam zihninin belirsizliğini kafasını iki yana sallayarak dağıtmaya çalıştı. Nitekim üniversitedeki fizik hocasının verdiği projeyi; Heisenberg belirsizlik ilkesini düşünürken bilinci belirsiz bir hale girmiş, zihnini tekrar toparlayabilmek için büyük çaba sarf etmek zorunda kalmıştı. Anlamaya çalıştığı şey öylesine garipti ki, anlayabilmesi için gerekli olan tüm atomlar ve o atomları da oluşturan atom altı parçacıklar aslında tam manasıyla bilinemeyecek değerler içeriyorlardı. Yani herhangi bir şeyi tam manasıyla bilemezdik. Çünkü Heisenberg belirsizlik İlkesi gereği; bir parçacığın konumu bilinirse hızı, hızı bilinirse konumu bilinemez oluyordu. Evrende her şey, her an bir titreşim ve hareket halinde olduğu için de bu durum öyle absürt bir hal alıyordu ki, her şey aynı anda hem var hem de yok demekti. Uzay boşluğunda gezinen bir kuyruklu yıldızın konumunu bildiğimizde hızını bilemediğimiz, hızını bildiğimizde de konumunu bilemediğimiz anlamına geliyordu bu. Oysa kuyruklu yıldızların 10 yıllık yörüngesini hesaplayıp 10 yıl sonra konmak üzere o asteroide roket gönderebilecek teknoloji ve bilime sahipti insanlık. Ama söz konusu atom altı parçacıklar, yani o asteroidi de oluşturan özün, çekirdeğin bilimine gelince orada işler farklı işliyordu. Bu da, günümüzde kullandığımız mevcut fizik kuramlarının sadece günü kurtardığını, aslında her şeyi açıklayabilecek güçte olmadığını gösteriyordu. Adam düşüncelerini derinleştirdi. Zihninin kayıp gitmesini izlemek ona mazoşist bir haz veriyordu. Fakat yine de o herkesin bahsettiği “Biraz daha düşünürsem aklımı yitireceğim” moduna giremiyordu. Ne kadar düşünürse düşünsün aklı hep onlaydı. Ve bu üzücüydü…
“Sınırlanmış!”
Adamın düşüncelerini bozan bu garip nida olmuştu. Sıradan bir günün sonunda okul çıkışı (içinde bulunduğumuz zamanlara ne kadar sıradan denilebilirse…) vapurla karşıya geçerken duyabileceğiniz cinsten bir kelime değildi. Oysa adam bu kelimeyi hem bir çocuktan hem de bağırarak duymuştu.
Bağıran ufaklık yanındaki akranıyla hararetli bir tartışma içindeydi. Bir an odağını dağıtıp gözlemci moduna geçmenin kendisine iyi geleceğini düşündü adam. Nitekim mutlak gözlemci olmak, insanın kendisinden çıkmasıyla mümkündü. Elbette bu bilgi de belirsiz bir realite içeriyordu, hiçbir şey kesin değildi bu evrende. Ezoterik örgütlerin ve avangard müzik gruplarının şarkı sözlerinde kullanmayı çok sevdiği o meşhur sözler geldi aklına: “Land of confusion”
Gür sesli ufaklık, bir yandan elindeki rubik küpünü çeviriyor bir yandan da arkadaşına haklılığını kanıtlamak için heyecanlı heyecanlı konuşuyordu: “Sınırlanmış işte! Küpün hareketleri sınırlanmış, sonsuz değil!” Oysa hayli inek görünen arkadaşı aksini iddia ediyordu: “Küpün renkli yüzeyleri sonsuz olasılıkta hareket yaratıyor. Yani sınırsız, sonsuz farklı olasılıkta küpü çevirebilirsin. Yani rastgele çevirerek bir gün kendiliğinden rubik kübünü çözemezsin. Bu sonsuza dek sürebilir.”
“Okulda olasılık konusunu yeni görmüş olmalılar.” diye düşündü adam. Aklına kendi ortaokul anıları geldi. O da orta okulda ilk kez olasılık konusunu gördüğünde her inek ergen gibi arkadaşlarıyla milli piyangonun çıkma ihtimali üzerine tartışmıştı… Fakat matematikteki olasılık konusunu keşfeden adamın bizzat mezar taşına yazdırdığı sözleri görünce olasılık konusuna bakış açısı tamamen değişmişti: “Tüm hayatım boyunca yaşamın olasılıklarını hesapladım, şimdi ölürken fark ediyorum ki bir şey ya olur ya da olmaz, hayatın tüm ihtimalleri yüzde ellidir.”
Adam zihninin tekrar bulandığını fark edince odağını yine rubik kübünün sonlu ve sonsuz olasılıkları üzerine tartışan zamane çocuklarına kaydırdı. Bu sefer çocuklar rubik kübünde kaç küp vardır diye tartışyorlardı. Bu tartışma, diğerine nazaran daha makuldü fakat hararetleri dinmiyordu. En sonunda kübü parçalayıp saymaya karar verdiler ama kübün parçaları ellerinden kayıp vapurun korkuluklarından denize düştü.
Şahit olduğu sürreal görüntünün hazzına varan adam neden durağan sanat filmleri izlemeyi sevdiğini idrak etti. Konudan ziyade görüntülerden haz alıyordu ve çocukların rubik kübünü parçalayıp denize dökmesi de oldukça sinematografik bir andı. Çocuklar zamanın ötesinde oldukları için bu kayba hiç üzülmediler. Aksine onlar da adam gibi bu basit ama eşsiz görüntüyü izleyip gülüştüler. Ardından iskeleye yanaşan ve gün batımını arkasına fon yapan vapurdan koşar adım indiler.
Adam bir yandan denize parçalanıp düşen rubik küplerinin görüntüsünü zihninde ağır çekim oynatıyor bir yandan da çocukların ilk tartışmasını düşünüyordu… Kuşkusuz fizik okuyan ve soyut matematik gibi aşmış bir dersi alan adam için bu olasılık sorusunun cevabı barizdi: Rubik kübü elbette sonlu bir hareket olasılığına sahipti ve rastgele çevrildiğinde elbette belirli ve sonlu bir zaman diliminde tüm yüzeyleri aynı renk olacak ve kendiliğinden çözülecekti. Yine de böyle soyut ve orijinal bir fikri 13-14 yaşlarındaki çocukların tartışması çok hoştu.
Adam evine gelip uzandı ve Irvin D. Yalom’un meşhur “Nietzsche Ağladığında” kitabını, kalan son birkaç sayfasını da okuyup bitirmek üzere eline aldı. Kitap şu sözlerle bitiyordu: “Amor fati. Yani önce zorunlu olanı istemek, sonra da istenileni sevmek; ‘böyle oldu’yu böyle istedim’e dönüştürmek.”
Amor fati… Bu sözleri daha önce de duymuştu adam. Kaderini sev anlamına geldiğini biliyordu fakat hiç bu pasajlarda geçtiği şekliyle düşünmemişti: “Zorunlu olanı istemek ve istenileni sevmek…” Bu tarz bir ifade şeklinin çok derin manalara gelebileceğini, çok derin düşüncelere sürükleyebileceğini düşünen adam kitabı kapatıp bu düşünce uçurumundan atlamak üzere gözlerini kapadı. Fakat telefonuna gelen bildirimler bilincinin bu müptezelvari kamikazesini engelledi. Bir mail gelmişti ve mailin konu başlığı “Amor Fati” idi. Evrenin gönderdiği işaretlere alışık olan adam bu işaretin de peşinden gitmek üzere maili açtı ve birbiri ardına sıralanan harflerin çizdiği yolu takip etti…
Mail, adamın yazdığı bir makale hakkındaydı. Fizik okuyan adamın, üniversite öğrencilerinin takıldığı bir forum sitesinde yayınlandığı yazı bir okurun dikkatini çekmişti. Kimilerine göre “stalking” olarak adlandırılabilecek titiz bir çalışma sonucu adamın mail adresine ulaşan kadın bu maili atmayı içsel bir zorunluluk olarak adlandırıyordu. Adamın yazdığı makale; kader ve nedensellik üzerine Einstein’in görelilik kuramı yorumlarını içeriyor, bu yorumlara kuantum fiziği açısından yeni açılımlar getiriyordu. Bu yorumlar kadınının oldukça ilgisini çekmiş ve bir tür cevap verme güdüsü uyandırmıştı.
Adam kadının mailini nezaketle yanıtladı ve teşekkürlerini iletti. Her ne kadar kadının yazısı kaderle ilgili yorumlar içeriyorsa da, kadın neden “amor fati” sözünü mail başlığında kullandığını açıklamamıştı. Adam yaşadığı eş zamanlılıktan, yani tam da amor fati üzerine tefekkür edecekken ona gelen mailden bahsetti ve neden bunu kullandığını sordu cevap mailinde.
Kadın bu kelimenin onun içine doğduğunu ve neden onu kullandığını bilmediğini söyledi. Fakat bu geri bildirim kadında da bir açılım yaratmıştı. Kadın bir sonraki mailinde adama şu teklifte bulundu:
“Neden bu kelimeyi kullandığımı bilmiyorum ama eş zamanlılıklar malum bir tür işarettir. Eğer sen de istersen seninle bir meditasyon çalışması yapmak isterim. Bu da içsel bir güdü. Tıpkı canın aniden sebepsiz yere kek yapmak istediğinde oturduğun yerden kalkıp kek yapmak için malzemeleri hazırlaman gibi. Bu tür içgüdüsel yönlendirmelere önem veriyorum çünkü kaynakla, özle bilinçli olarak bağlantı kurduğumuz ender anlardan olarak görüyorum. Eğer kabul edersen bu çalışma şöyle ilerleyecek: Şu an ismimizi, yüzümüzü yani suretlerimizi bilmiyoruz ama bir şekilde karşı karşıya oturduğumuzu imajine edebiliriz. Akabinde senin göğsünden benim göğsüme, benim göğsümden de senin göğsüne akan beyaz renkte bir ışık hüzmesi hayal edeceğiz. Bu kadar. Bikaç dakika böyle kalıp kendimizi meditatif, zihinsiz bir halde ve en önemlisi akışta tutarsak bahsettiğim çalışmayı tamamlamış olacağız. ”
Adam bu tarz ritüelleri saçma buluyor ama yine de içinde seramoni, ritüel geçen filmleri izlemeyi seviyordu. Bunu da sinematografik bir an olarak düşündü ve hiç tanımadığı bu kadının teklifini kabul etti. Bağdaş kurur pozisyonda oturdu, karşısında suretini hiç görmediği bu kadının da bir şekilde oturduğunu hayal etti ve beyaz ışığın kalpten kalbe akmasına izin verdi.
15 dakika geçmişti ve adam her ne kadar kendisini huzurlu ve dingin hissediyorsa da bu meditasyonun ne zaman biteceğini düşünmeye başlamıştı. Çalışma boyunca kafasındaki bıngıldak denen bölgesinde karıncalanma ve tüm vücudunda sarhoş olduğu zamanlardaki gibi bir dinginlik, gevşeme hissinden başka bir şey hissetmemişti. Nihayet kadından mesaj geldi:
“Bitti, teşekkürler :)”
Adam kadının hislerini merak ediyordu. Belli ki kadın, yabancıların “empath” diye tarif ettiği ve Stephen King romanlarının ana unsurlarından biri olan kişi profillerine çok uyuyordu. Yani hisleri güçlü biriydi. Hep o hisleri güçlü olan insanlardan olmak istemişti. Çok sevdiği “Touch” adlı dizinin bir bölümünde, bir kadın sadece oturdukları kafedeki masaya dokunarak o kafe masasında yaşanılan her şeyi, dahası o masanın yapıldığı ağacın yaşam öyküsünü ve filizlenmesini dahi görebiliyordu. Her ne kadar fantastik olsa da böyle bir yeti; dünyayla kurduğu iletişim sadece zihninden ibaret olan biri için muazzam veri kaynağı demekti. Oysa empath denen böylesi insanlar, hissettiklerinden gelen verilerle ilgilenmiyor, sadece hisse odaklanıyorlardı. Yani adam o kafedeki masada yaşanan, konuşulan konular hakkında bilgi sahibi olmak isterken kadın o masada yaşanan duygularla ilgileniyordu. Adama göre bu ayrım, eril ve dişil diye tanımlanan iki farklı enerjinin karakteristiklerinden biriydi, yani doğaldı.
Daldığı düşüncelerden kadının mesajıyla uyandı adam: “Ee ne hissettin?” Adam istemsizce kahkaha attı çünkü kadının soruş tarzı tıpkı cinsel birleşme sonucu kadının erkeğe sorduğu sorulara benzer tarzdaydı.
“Karıncalanma harici hiçbir şey.”
Dedi adam.
“Peki ya sen?”
Kadının heybesi yüklüydü. Bu 15 dakika içerisinde kadın histen hisse girmiş, zihninin içinde “gözleri tamamen kapalı” olarak pek çok şey görmüştü. Kadın anlatmaya başladı:
“Öncelikle gemicilerin dümenine benzer bir sembol gördüm. Bir halka içerisinde 8 çubuk. Tıpkı pusulanın 8 farklı yönüne benziyordu. Sanırım buna kader çarkı deniyor, tarot falı baktırdığımda karşıma çıkmıştı.”
Adamın aklına ilk gelense Budizm sembollerinden biri olan “dharma” idi. Gerçekten de gemici dümenine benzeyen bu sembol, sonsuz doğum ve ölüm döngüsünü temsil ediyordu. Dharmachakra da denen bu sembol aslında yaşamın bizzat kendisinin bir sembolüydü. Ve bu görüşe göre yaşam döngüseldi. Döngüsel olması da önceden bilinebileceğine işaretti.
“Sınırlanmış!”
Adamın zihin kulağında vapurda duyduğu bu sesler yeniden yankılandı.
Adam zihninin dizginleyerek odağını yeniden kadına yöneltti. “Başka ne gördün?” diye sordu.
“Garip ama şu “zeka kübü” diyorlardı sanırım, çocukların oynadığı, döndürdüğü küplerden… O gözümün önüne geldi. Adı bu mu emin değilim, nitekim hiç elime almadım ama televizyonda, youtubeda filan görmüştüm. Boşlukta bu zeka küpünün hem kendi içinde, küpler arasında, hem de tıpkı dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi gibi döndüğünü gördüm. Rengarenkti ve hızlıca durmadan her yönden dönüyordu.”
Kadının aldığı görülere ilgisiz duran adam bu mesajla çarpılmıştı. Bir yanı şaşkınken bir yanı da bu duruma açıklamalar getirmeye çalışıyordu: “Muhtemelen bu gördüğüm ve üzerine düşündüğüm şeyi gördü, bir nevi telepati… Ama telepati koca bir safsata, nasıl olabilir ki… Acaba bugün beni vapurda görüp takip eden bir kadın mı bu… Ama bu çok saçma, neden böyle bir şey yapsın ki…”
Adamın zihni pancar motoru gibi çalışırken kadın durumun farkına vardı ve sordu:
“Bunlar bir şey ifade ediyor mu?”
Adam kadının gördüğü ve zeka küpü olarak tarif ettiği şeyin adının rubik küpü olduğunu ve gün içinde şahit olduğu olayı anlattı. Amor fati ile birlikte bu ikinci eş zamanlılık olmuştu.
Adamın o her şeyi didik didik edip irdeleyen zihni nedense yaşadığı bu olağan dışı durum karşısında kaçıp gitmek ve sıradan bir olaymışçasına boş verip kendi çöplüğüne dönmek istiyordu.
Zihin, hakimiyetin ellerinden kayıp gittiğinin farkındaydı.
“Bu kadar, başka bir şey görmedim. Sanırım benim görevim görmek senin görevin yorumlamak… Nitekim kalemin baya iyi, ben kendimi bile ifade edemez, en basit mülakatta çuvallerken sen kader ve evrensel kanunlar üzerinde ifadesi en güç konuları sanki günlük bir olayı anlatır gibi basitçe anlatmışsın, ki sana mesaj atmama iten şeylerden biri de bu yetindi.”
“Haklı” diye düşündü adam. Kompleks olarak atfedilen konuları anlatma konusunda hem motive hem de başarılıydı fakat bunu hiçbir zaman bir yeti olarak görmemişti. Bu, adamın doğalıydı. Yine de sınırlanmış bir yetiydi bu. Nitekim Heisenberg belirsizlik ilkesi gibi şeyleri bırak anlatmayı daha anlayamıyordu bile. Ve projesini yetiştirmesine çok az kalmıştı. Oysa şu an hiç tanımadığı bir kadınla sohbet ediyordu.
“Evet yorumlama yetim var sanırım fakat bugün yaşadığım şeyler, gördüğün şeyleri objektif olarak yorumlamamı engelliyor. Sonuçta bugün ne düşündüm ve gördüysem onları bana yansıttın. Aklıma, zihnime girdiğin ve içinde ne varsa onları çıkartıp bana gösterdiğin gibi çılgınca fikirler geliyor. Bu yorumdan öteye gidemiyorum. Bu açıdan bakınca da bir yanım sana kızıyor çünkü izinsizce zihnime girip bir hak ihlalinde bulunmuşsun gibime geliyor. Bir yanım da bunun yani zihnime girmenin mümkün olamayacağını söyleyip senin beni bir sapık gibi gün boyu takip ettiğini düşünüyor. Özetle objektif olamam…”
Kadın adamın bu samimi itirafından etkilenmişti ve ona onun anlayacağı dilde konuşmanın faydalı olacağını düşündü:
“Açıkçası bu bahsettiğin şeyleri yapmadım, ne zihnine ne de hayatına müdahil oldum bugün. O nedenle tıpkı senin gibi benim de cevaplara ihtiyacım var. Neden bunları gördüğüme ve neden bu eş zamanlılıkları yaşadığıma dair… Cevaplar da sende. Bunun ikimiz de biliyoruz. O halde duruma şöyle bakalım: Senin düşündüklerin ve şahit oldukların değil benim gördüklerimle birlikte olanları birleştirelim. Çünkü sen bugün gemici dümeni görmedin. Evet belki bir vapurda bulundun ama o bindiğin vapurda bahsettiğimiz eski gemici dümenlerinden olmadığını, elektronik kontrollere sahip olduğunu ikimiz de biliyoruz. Yani senin görmediğin bir şeyi gördüm ve senin gördüğün bir şeyle bunu bağdaştırmak senin görevin. Ayrıca eğer senin gördüğün şeyleri görmüş olsam bile bunu neden özellikle bugün yaşadığımızın ve seninle iletişime geçtiğimin nedensellik ilkesi gereği bir sebebi olmalı…”
Kadın yine haklıydı. Adam zihninin irdeleme motorunu tekrar çalıştırdı. Bilinci hemen bağlar kurmaya ve “Touch” dizisindeki otistik çocuk gibi kırmızı ipleri görmeye başlamıştı. Nitekim çocuk her dizi başlangıcında, jenerikte şu sözleri söylüyordu: “Her insan birbirine ayaklarındaki kırmızı iple bağlıdır. Yaşamımız boyu başımıza gelenlerle bu ipler bazen karmaşıklaşır, birbirine dolanır. İpler karıştıkça kısalır ve bazen birbirini tanımayan iki insan kısalan ipler yüzünden birbirine çekilerek bir araya gelir. Bu tanışmanın sebebi de aslında dolaşan ipleri çözmek, bağlarımızdan özgürleşmektir…”
Adamın farkında vardığı ilk bağ kuşkusuz kader konsepti üzerineydi. Kadın, adama, kaderin bilimsel analizi üzerine yazdığı bir yazıdan ulaşmıştı. Ve karşılıklı yaptıkları meditasyonda ilk gördüğü şey de Budist kader çarkıydı. Demek ki kader konusunun analizine yönelmeliydi. Nitekim “amor fati” de bu görüşünü destekliyordu. Kaderini sev…
“Sanırım burada üzerinde çalışmamız gereken ana konu kader.” dedi adam ve ekledi: “Bana ulaştığın yazıda da bahsettiğim gibi nedensellik bir dizi olay yaratır ve bu olaylar doğası gereği döngüseldir. Ya da döngüselleşme potansiyeli vardır. Döngüsel olan her şey de yine doğası gereği önceden tahmin edilebilir çünkü sürekli aynı şeyler yaşanır. Birine senin kaderinde bu varmış dediğimizde aslında senin yaşam döngünde bu varmış, demek ki daha önce yaşamışsın ve tekrar yaşıyorsun diyoruz. Bu söz konusu döngüden çıkmak için de döngüyü kırmamız gerek, onun için de tıpkı Laplace Şeytanı düşünce deneyindeki gibi evrendeki her şeyin konumunu ve hızını (değişim hızını) bilmemiz gerek. Ancak o zaman müdahale edebiliriz. Aksi taktirde “Kelebek etkisi” filmindeki zavallı figüranlara döneriz.” Bir şeyi düzelteceğiz derken başka şeyi bozarız. Bir şeyleri bozmadan kadere müdahale etmek içinse evrendeki en küçük zerreden dahi her an haberdar olmalıyız. Fakat bu da Heisenberg belirsizlik ilkesi gereği mümkün değildir. Yani kader diye bir şey varsa değiştirilemez. Kader diye bir şey yoksa da yaşayacağımız olaylar önceden bilinerek değiştirilemez. Bu da insanı sınırlanmış hissettirir yaşam döngüsünde.”
Kadın etkilenmişti. Adamın yorumlarına katılıyordu ama bu yorumu zenginleştirmesini istiyordu. Belki de bir şeyleri eksik görüyordu ve bugün yaşadıkları bu eksik veriyi tamamlamak için zuhur etmişti.
Adam kadının talebiyle bilinç motorunun devrini yükseltti:
“Konuya rubik küpünü dahil etmeye çalışıyorum ama kader konusuyla ilgili aklıma gelecek son şey bir zeka küpüdür herhalde… Yine de çok sevdiğim yazar Umberto Eco’dan öğrendiğim göstergebilim bakış açısıyla bir yorumlama ortaya koyabilirim. Rubik küpü başlangıçta ideal bir forma sahiptir. Yani her yüzeyi kendi renginde, mutlak bir düzen halinde… Onu bilerek bozarız çünkü bozup yeniden yapmak isteriz. O süreçten yani bulmaca sürecinden haz duyarız. Küpü tekrar orijinal haline yani kaotik formundan düzen formuna getirebilmek için zihnimizin sıralı bağlantısallıklar kurma yetisini çalıştırır ve belirlediğimiz sıraya göre küpün yüzeylerini çevirerek bulmacayı çözmeye çalışırız. Söz konusu sıralama önemli çünkü sırayı kaçırırsan, en ufak bir yanlış döndürme yaparsan (olması gerekenden önce ya da sonra) tüm küp daha da kaotikleşir ve çözüm süresi uzar. Kadere de bir rubik küpü olarak bakarsak küpün üzerindeki renkli yüzeylere de yaşamımız boyunca içinde bulunduğumuz durumlar, olaylar diyebiliriz. Mutlak halimize dönmek için bu olayları, durumları çözüp küpü orijinal haline getirmek gerekiyor. O zaman da akla küpü kim bozdu sorusu gelir. Bana göre bu çok önemli bir soru değil çünkü küpü kimin bozduğunu bilmek küpü çözmeye yarayacak bir veri değil. Burada yöntem / teknik daha önemli. Öncelikle o olayları, durumları yaşayan olduğumuz için küpe tüm bu olası hal ve durumların üzerinden bakıp kısa yoldan küpü çözümleyecek bir yapıya gelmemiz gerekiyor. Aslen küpün olaylarını ve durumlarını yaşamak zaten ekstra bir şey yapmasak da bulmacayı çözecek bir şey ama burada masaya yatırdığımız konu küpün yani kaderin farklı bir yolla değiştirilip değiştirilemeyeceği…”
Adam bir an duraksadı… Gerçekten de küpün olaylarını yaşayıp kadere ekstra bir müdahale yapmadan bu dünyadan göçüp gitmeli miydik yoksa küpü hackleyecek bir yol var mı diye bakmalı mıydık? Distopik bilim kurgu filmlerinde faşist rejimlerden kaçıp kurtulan o meşhur sahnelerde mi yoksa tasavvufi bir tevekkülle kendisini oluşa bırakan sufilerde miydi hakikat… Adam düşüncelerini, her iki hakikatin de aynı anda var olduğu ve kişiye göre değişebileceği konusunda mutabık kalarak sonlandırıp tiradına devam etti:
“Küpün olayları ve durumlarından çıkıp küpe üstten bakmak için o hallerden de kendimizi soyutlamak gerekiyor sanırım. Yani ölüm, nefret, kıskançlık, hırs gibi duygulardan arınıp sadece gözlemci kalmak ve yargılamamak… Örneğin faşist bir diktatörün dini kullanarak koca bir ülkeyi kendi istekleri doğrultusunda yönetmesine takılı kalıp o öfke ve hüzün içinde debelenirsek kendimizi küpe çok kaptırmış olur ve küpe objektif bakamayız. Birinci varsayımım bu. Bir diğer varsayımım ise küpün doğası gereği çözümün sıralı işlemlerde olması. Sıralı işlemler de aslında zaman demek. Çünkü başlangıçta yani big bangten hemen önceki tekillikte zaman yoktu. Çünkü olay ve durum yoktu. Big bangten sonra sıralı işlemler oluşmaya başladı. Kuarklar, nötronlar, ardından protonlar ve atomlar… Görüldüğü üzere peşi sıra oluşan şeyleri sayarken bile zaman atıf yapan kelimeler kullanıyoruz. Sonra, ardından vb. Zaman hem bir gereksinim hem de bir sonuç olarak doğdu. Yani sıralı işlemler zamanı yarattı ve zaman da tüm bu sıralı olayları yani maddeyi yarattı (simbiyotik ilişki). O halde zamanın da üstüne çıkmamız gerek ki zamandan münezzeh bir şekilde küpe müdahale edebilecek objektif bir boyuttan bakalım. Bir diğer konu da aslında benim araştırma ödevim de olan belirsizlik ilkesi engelini aşmak. Çünkü küpe yani kader programına müdahale edebilmek için daha önce de bahsettiğim gibi evrendeki her zerrenin mutlak konumunu ve değişim hızını, yönünü vs. bilmek gerekiyor. Bunu bilmek de biz sınırlanmış beşerler için namümkün olduğu için küpe yapılacak müdahaleler kör dalış olacak ve sonuçlarını göremeyeceğiz. Fakat böyle objektif boyuttan bakan bir varlık küpün tüm yüzeylerini yani olası tüm gerçeklikleri, olayları ve durumları görebileceği için yapacağı bir hamlenin sonrasında nelerin sırasını değiştireceğini, neleri etkileyeceğini görebilir. Nitekim rubik küpü de tam olarak böyle çözülür. Yapılan her hamle ölçülüp tartılır ve sonraki hamle için uygunluğu sınanır. Böylece sonuca ulaştıran sıralı çevirme işlemleri ortaya çıkar. Hatta rubik küpünü saniyeler içinde gözü kapalı çözebilen insanlar vardır ve bu insanlar bahsettiğim sıralı işlemlerin sıralamalarını ezberlemişlerdir. Böylece bozuk küpe bir defa bakıp gözlerini kapattıklarında ezberledikleri sıralı işlemleri uygulayarak küpü çözerler. Bahsettiğimiz varlık küpün üzerinde küpün olaylarını yaşayan değil küpten münezzeh olduğu için hamlelerinin tüm küpte yarattığı sonuçları anlık olarak görebilecek ve kendisine bir sıralı işlem dizisi yani algoritma oluşturacaktır. Eğer şu hamleyi yaparsam şunlar olur, bunu döndürürsem şunla şu karşı karşıya gelir gibi gibi… Böylece çok basit bir çıkarımlar silsilesiyle kader yazılımına nasıl müdahale edilebileceğini rubik küpü sembolüyle birleştirebildik. Şahsen içime sindi çünkü basit ve tutarlı bir sembolleştirme prosesi oldu. Nitekim Einstein’in de dediği gibi basitse doğrudur. Hatta gördüğün dharma sembolü için de rubik küpünün her yöne dönüşünü sembolize ediyor diyebiliriz. Eğer küpün bir köşesinde hayali bir ışık noktası farz edersen ve küp döndükçe havada iz bıraktığını hayal edersen söz konusu ışık izinin dharma sembolündeki gibi her yöne doğru dairesel bir hareket yaptığını görebilirsin. Yani aslında dharma sembolünü üç boyutlu bir formda yansıtır. Her yöne dönen bir tür küre oluşturur.”
Kadın adamın sözlerini okudukça kendisinde kayıp parçaları buluyor gibi hissediyordu. Sanki kırılıp denize dökülen rubik küpü kadındı ve adam da küpün parçalarını toplayıp yeniden birleştiriyordu. Adamın bir tür zihinsel transa girdiğini farkettiği için cümlelerini bölmedi, adamdan akan verileri okumaya devam etti:
“Özetle küpü yani kaderi değiştirmek insanüstü bir varoluş düzlemi gerektiriyor. Bu düşünce deneyi de diğerleri gibi ayakları havada bitti, yere basamadı. Teoride mümkün gibi görünse de pratikte mümkün değil. Olsa olsa kaderin nasıl çalıştığı üzerine çıkarımlar yapılabilir bu deneyden. Çünkü güzel doneler içeriyor. Mesela rubik küpünün üzerindeki mavi bir nokta, yeşil bir noktayla yan yana gelirse orada uyumsuzluk çıkıyor olabilir. O halde kader yazılımcısı ya da o insanın küpünü her kim ya da ne çeviriyorsa o kişiye bir şeyler öğretmek ya da deneyimletmek için küpü öyle bir çevirir ki yeşil ve mavi kareler yan yana gelir. Kıyamet kopar, kişi içindeki yeşili ve maviyi tekrar dengeye yani ait oldukları yerlere getirmek için çabalar. Böylece kişi aslında kendi kendini küpü çevirmeye zorlar. Böylece küp aslında harici bir küp çeviricisine ihtiyaç duymadan döner. Dediğim gibi biz zaten yaptıklarımızla küpü çeviriyor ve bulmacayı çözüyoruz. Sadece küpe dışarıdan bakamadığımız için vapurdaki çocuğun da söylediği gibi rastgele çevirerek yani tüm tuşlara rastgele basarak bölümü geçmeye çalışıyoruz. Elbette küpü bilinçlice çevirmek çözümü kolaylaştırır ve hızlandırırdı ama bunun için tüm sıralı işlemlerin arka planını görmek, neleri etkilediğini bilmek ve en önemlisi paternlerin farkına varıp o paternlerden, döngülerden çıkmak gerekiyor.”
“Yanılıyorsun.” dedi kadın.
“Bu mümkün. Hatta nasıl mümkün olduğunu cevabını da sen verdin. Yeşil ve mavi… Çakraların rengidir. Mavi zihni ve bilinci temsil eder. Yeşil ise kalp çakrasıdır. Yani yeşil ve mavinin verdiğin örnekteki gibi çatışma içerisinde değil, uyum içerisinde olması gerekiyor. O zaman bahsettiğin ve Nietzche’nin de bahsettiği üst insan modeli ortaya çıkabilir, insanda uyanabilir. Yani cevap, küpe zihinle bakmak ve kalple döndürmek. Zihin seni küpe objektif bir boyuttan bakacak kadar yükseltebilir belki ama onu çevirip yeni kaderler yaratabilme yetisi kalbin bir eylemi olmalı. Ancak o zaman küp orijinal haline dönebilir ve insan kader programından çıkabilir. Çünkü zihinde kalmanın bizzat kendisi de kadersel bir olay, durum, hal…”
Adam bu son sözlerle zihninden vurulmuşa dönmüştü. Tam da bugün düşündüğü şeylerden biriydi… İnsanın kendisinde iyileştirmeye çalıştığı şey ile iyileşmesini sağlayacak şeyin aynı olması dilemması… İnsan kendi kaderini değiştirmek için kaderinden soyutlanması ve yargısızca bakabilmesi gerekti. Fakat sadece zihinsel çıkarımlar yapan bir insan bizzat kendisi için yazılmış bir kader programının figüranlığını yapardı. Çünkü zihin yeni verilerle her an yeniden programlanabilir. Bir robot gibi…
“Verisi değil hissi. Bilgi değil duygu. Çıkarım değil iç güdü…” dedi adam.
Kadın adamın kendisini anladığını fark etmişti. Kendisini ifade edemeyen biri olarak görürken şimdi adamın pasajlarca anlatmaya çalıştığı şeyi tek pasajda çözmüş ve çok net ifade edebilmişti. Bu çarpışma kadının da kendisindeki kader planlarını görmesini sağladı.
“Sanırım böylece amor fati’yi de anlamış olduk.” dedi adam. “Kaderini sev. Önce zorunlu olanı iste, sonra da istenileni sev; ‘böyle oldu’yu böyle istedim’e dönüştür. Anlaşılan amor fati bir sonuç değil aksine başlangıç. Tüm süreç kaderimizi sevmekle başlıyor. Kaderi sevmenin bizzat kendisi kader programını çözüp kaderden münezzeh olmanın yolunu açıyor çünkü aynı anda hem kaderi yaşıyor hem de yazıyoruz. Sonsuz olasılıklı olaylar arasından sevdiğimiz bir olayı seçiyor ve küpü o yönde çevirerek (act of love) kaderimizi yaratıyoruz. Aslında yaratılmış olaylar / kaderler arasından kendimize bir nevi kombin yapıyoruz. Nitekim bu bağlamda rubik küpümüze dışarıdan bakmanın yolu, 7 kat yükselip fiziken arşa çıkmak değil, aksine 7 kat yerin dibine girip arz ile bütünleşmek olmalı. Çünkü yaşamı sevmek, yaşamla bir olmak gerek…”
“Evet” dedi kadın ve adamın tümcelerini tamamladı: “Böylece dünyayı, dünya yaşamını, dünya kaderini ve adına hayat dediğimiz tüm bu yazılımı sevip başımıza gelenleri başımıza gelenler olarak görmeyip kendi istediğimiz, kendi yarattığımız şeyler olarak göreceğiz. Yani küpü çevirmek yerine küpün kendisi olacağız. 🙂”
Kadının son sözleri adamın kahkaha atmasına yol açtı yine. Zihinsel motorunun soğuduğuna işaretti bu. Bir tür boşalma.
Adam gerçek dünyaya dönmüş ve penceresinden dışarı bakmıştı. O ana kadar farkında değildi ama dışarıda tek bir damla yağmur olmamasına rağmen art arda her yere yıldırımlar düşüyor, geceyi gündüze çeviriyordu. Bu görüntüyü kadınla paylaştı ve hayatında ilk defa böyle bir manzarayla karşılaştığını anlattı.
Kadının ifade yetisi durdurulamaz bir şekilde açılmıştı ve cevabı yapıştırdı:
“Kendi rubik küpünü yani kader çarkını çeviriyorsun. Yıldırımlar da bu çevirmeden ortaya çıkan sürtünmeden olsa gerek… Dikkat et de kırıp denize dökme. Görüntü güzel olsa da hissinini pek tatlı olacağını sanmam. :)”
Adam ve kadın kahkahalarla geceyi sonlandırırken dünyanın ücra bir yerlerinde depremler oluyor, başka yerlerinde ellerinde yeşil ve kırmızı bayraklar olan insanlar yeni bir halk ayaklanması başlatıyor, bir başka yerinde siyahi insanlar adaletsizliğe isyan ediyor ve başka bir köşesinde rengarenk giyinmiş insanlar kutlamalar yapıyorlardı.
Dünya döndükçe kader çarklarımız da dönüyor, küplerimizi döndürüyordu. Çünkü rubik küpünün içinde tüm küpü döndüren bir küre vardı ve küpün dönüşü de başka bir soyut küre yaratıyordu.
Kalpler küreleri, küreler küpleri döndürüyordu…
Kaplarımızı kırmak ve ÖZgürleşmek için…
Diğer özgün kısa öyküleri okumak için kısa öyküler kategorisine göz atın.
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Çok harkulade bilinçaltının haritasını anlatan bir yazı,zevkle okuyorum sanırım bir hafta boyuncada okurum gibi geliyor))çocukken bende bu küplerden vardı,uğraştırırdı,sıkılırdım,oflardım poflardım))bir süre sonra küpü belli bir noktaya kadar getirir ve tamamlanmayan kısımlardaki renkleri yerinden söker ve yapıştırırdım ve küp tamamlanırdı;yani küpe zarar vermeden sadece renklerin yerini değiştirirdim. kaderi(ana programı) değiştirmek mümkün değildir. Fakat bu mevcut format, program ile sonsuz sayıdaki alternatif seçenekler içinden seçimde bulunmak suretiyle kaza/hükümleri değiştirerek bir sonraki an da yaşayacaklarımızı oluşturmak bizim elimizdedir.anın içindeki sonsuz olasılıkları kendime ve çevreme zarar vermeden nasıl değiştiririm diye sürekli en iyi olasılığı hayal ederim,bir mekana daldığım zaman orada kalbi yumuşak insanları bulduğumdan şüphe duymam;aslında mekan ve kişiler değişmez sadece içlerindeki enerji sertten/kalından;yumuşağa/incelmeye doğru gider;bu kısmı tam olarak size tarif edemiyorum ama mekan ve kişi aynı anda sonsuz açılım gösteriyor;kavramamız gereken noktada tam burası işte;zor ve imkansızmış gibi bilinçaltını zorluyor ama gerçek ve çok zevkli))tekrar teşekkür ediyorum
Rica ederim, güzel yorumun ve katkın için ben teşekkür ederim. 🙂 Seni anlıyorum. Verdiğin örnek güzeldi. Bir mekana girdiğimizde içeride olan insanların o anki duygu durumlarını bilemeyiz. (Heisenberg belirsizlik ilkesi) Ortamdaki haleti ruhiyeyi önceden bilmeye çalışmak yerine o ortamı kendimiz yaratabiliriz. Tam da söylediğiniz gibi önceden orayı imajine ederek. Yani sonsuz olasılıklar arasından istediğinizi seçerek. Böylece sınırlanmış varlığımız algısından çıkıp sınırsıza kendimizi açmış oluyoruz. Tabi bunun için de tüm ön yargılardan, kendi kendimize koyduğumuz kısıtlardan kurtulmuş olmak gerekiyor.
Bu yazının üstüne ne denilebilir ki
Kahkaha attım :)) ve hikâyeyi okurken küpün kendisi olma bölümüne gelince iç sesimden “keskin sirke küpüne zarar” ata sözünü içselleştirmek diye bir ses işittim..bıçağın kimin elinde olduğu önemli.kasap et keser,doktor ameliyat eder,aşçı yemek yapar misali…ve o an da kapı çalındı elimdeki telefonu bırakıp kapıyı açtım,gelenler belediyenin AŞ eviydi.elinde 2 paketle buyrun yemeğiniz dedi.ben yemek istemedim üstelik bu dairede tek başıma yaşıyorum.görevli 9’a 4 değil mi burası? Evet dedim.o zaman adres doğru ve bu belediyenin ücretsiz bir hizmeti deyip paketi bıraktı.peki ne yapalım iyi günler deyip paketi mecburen aldım ama kapının orada dikili kalıp düşünmeye başladıģım için hikâyeyi okumaya hemen dönemedim.düşünmem gereken bir sorumluluk paketi vardı elimde.şimdi bu yanlış gelen paketi doğru insanla buluşturma sorumluluğu.apartman ve mahalle yaramasını hızlıca yaptım burada buna acil ihtiyacı olan birileri yoktu.elimde paketle sokağa çıkıp ihtiyaç sahibi birini aramak mı gerekecekti?gibi şeyleri antrede kalakaldığım yerde düşünürken zil yeniden çaldı.gelen aynı görevliydi :)) özür dileyerek paketi yanlış adrese teslim ettiği söyledi.oh be dedim yanlış gelen paketi doğru kişiye ulaştırma yükünden kurtuldum,buyrun paketleri alın dedim ve gülerek vedalaştık.ben de soğumuş kahveme ve hikâyeyi kaldığım yerden okumaya devam ettim böylece.
Tüm bu hikâye konusu küp,yanlış gelen AŞ evi paketi,iç sesin dile geldiği ata sözünü günün zihinsel cimnastik mesai mesajı olarak alıp kabul ediyor,bu hikâyeyi bizimle paylaştığın için de sana sevgi ve selamlar gönderiyorum FM 🙂 sağlıcakla kal.
Asıl ben çok teşekkür ederim bu eş zamanlılığı paylaştığın ve kolektif bilince katkı yaptığın için. 🙂
Sanırım mesajı aldım… Gücün kimin elinde olduğu meselesi… Kuşkusuz diğer yazılarımda da altını çizdiğim gibi güç aslen nötrdür. Ve yaratımın ikili (dual/dualite) yapısı gereği bu nötr güç her iki yönde de yani kötü amaçlar için de iyi amaçlar için de kullanılabilir. Dahası dediğin gibi keskin bir sirkeysek bizzat küpün kendisine de zarar verebiliriz. 🙂 Yine de bilginin getirdiği korkuyla hareket etmek ve küpe yaklaşmaktan kaçınmak yerine tıpkı kaderi sevmek gibi küpü de sevmek gerektiğine inanıyorum. Yani bilgi öcü olmamalı. Tıpkı o meşhur sözdeki gibi… “Dünyada şerefli insanlar da şerefsiz insanlar gibi cesur olmalı.”
Sana yanlış gelen yemeğin kime gideceğini senin yerine zaten bu işle görevli olan kişilerin tayin etmesi aslında tevekkül. Fakat yemeğin sende olduğu süre içerisinde yemeği mideye indirmeyi ya da çöpe atmayı düşünmek yerine kime verebileceğini düşünmek de senin kaderi tayin etme egzersizin. 🙂 Çünkü diğer türlüsünü de yapabilirdin ama seçimin bu dünya planında “iyi” olarak adlandırdığımız eylemden yana oldu. Bu senin iradi seçimindi. 🙂 Ve bu seçimin sevginin bir eylemiydi. (Act of love)
Görüyor ve artırıyorum şu detayı da eklemem gerektiğini hissediyorum FM.aslinda dolabım da o sırada bomboştu :))) tatilden yeni döndüğüm için temizlenip fişi çekilmiş buzdolabını,eve 3 gün önce dönmeme rağmen doldurmak hic içimden gelmemiş haliyle fişini takmamış,direk otofaji”su orucu”ile bedenimi arındırir haldeydim ve açlık hissetmediğim için bu durumda bile o paketin ben de kalması hiç aklıma gelmedi :))) su orucunda olduğumu ve dolabımın henüz boş olduğunu da senin cevabınla hatırlayıp bastım yine kahkahayı :)))
Bilgiden kaçmayı kendinden kaçmak olarak algılıyor benim işletim sistemim.kendimi(zi)bulmak için geldiğimiz bu oyun sahasında bulmak istemediğimiz herşey gölgemiz olarak bizi takip edecek,bulmak istediklerimiz ise her zaman burnumuzun ucunda belirecek 🙂 burada esas mesele oyuna dahil olma cesareti senin de dediğin gibi küp olmak 🙂
Kesinlikle… Tıpkı boş bir dolap ve mideye rağmen küpünü doldurmaman ya da yanlış gelen yemek yüzünden küplere binmemen gibi… Küpün kendisi olmayı tercih etmen. 🙂
Tercih mi ediyorum yoksa bana yüklenen programın dışına mı çıkamıyorum? 🙂 (içinde ayran da vardı tüh )
Bize yüklenen programlar artık kendi tercihlerimiz haline geldiğinde (dönüştüğünde / dönüştüğümüzde) artık tercih eden kim sorusunun önemi kalmayacak diye umut ediyorum. 🙂 Sanırım o nedenke farkındalık denen meret bu denli önemli.
Westworld hostlarına döndük iyice diyorum ve susuyorum :))))
Merhabalar; Tamamen yaşanarak test edilmiş sayısız örneklerle dolu bir hayatın içinden şu cümleyi sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim.”SEN KENDİNİ NASIL TANIMLARSAN ONUNLA SINANIRSIN.”Bu evrenin temel yasasıdır ben böyle düşünüyorum.Örneğin benim için dürüstlük çok önemlidir ben sözümü eriyim dersen seni dürüstlüğünle ve verdiğin sözlerinle test edecek bir yığın olayın içinde bulursun kendini.Bazen çok düşünmeden birine herhangi bir şey için söz verdiğinde onu gardiyan kendini ise mahkum edersin, bu yüzden ne kendini bir nitelikle tanımlamalı nede ince ayrıntısına kadar düşünmeden bir söz vermeli insan diyorum.Çünkü ruhsal eksikliklerinle ilgili eğitim ve test için zaten buradasın daha fazla ders alıp kendini yormanın manası yok. Tamamen nötr ve akışta olmak daha acısız ve çekilebilir olabilir ,çünkü sayısız kombinasyonlar ve olasılıklarla dolu bir sistemin içindeyiz.
Sevgi ve ışıkla kalın.
Teşekkürler Oğuz bey. Yorumunuz bu kısa öyküye çok yerinde bir açılım kattı, fikri genişletti. Gerçekten de insanın hem kendisini hem de tüm yaşamını, algılarını tanımlamamasını ben de elzem görüyorum fakat bunu yapmanın da ne kadar zor olduğunu deneyimleyerek fark ediyorum. Çünkü siz koca bir yaşamı tanımsız ve yargı koymadan, nötr yaşasanız da çevreniz o bakış açısında olmadığı için bu dilemma insanın dünyaya topraklanmasını bir hayli zorlaştırıyor. Diyebilirsiniz ki topraklanma zaten, gidiciyiz, yolcuyuz… Evet bu da doğru. Yine de gözlemci olmak için bile asgari bir topraklanma gerekiyor bu hayatta, hayatın dinamikleri ve doğası gereği. Bunun da üstesinden aslında yine aynı formülle gelebiliriz sanırım: Gözlemci olmak. Kendimizi de gözlemlemek… 🙂 Tekrar teşekkürler katkınız için.
“Müziği duymayanlar dans edenlere deli diye bakar” Maalesef hep katlandık katlanacağız. 🙂
Yorumlarınız bir oynaydan geçip sitede yayınlanıyor. Gönül rahatlığıyla yorum yapabilirsiniz 🙂 Tüm yorumlarınız görünüyor efendim 🙂 Teşekkürler ilginiz için.
sitenizi yeni keşfettim ve çok etkilendiğimi söylemeliyim.
Büyük bir özveri ve çaba ile harika,zihin açıcı paylaşımlarda bulunuyorsunuz ,tebrikler ve teşekkürler.
İlginiz için ben çook teşekkür ederim. 🙂 Yazılan yazı aslında yazıldığında eksiktir. Doğru okuyucuyla bir araya geldiğinde tamamlanır. O nedenle yazıları anlayıp yorum yapıp blogu tamamladığınız için çok sağolun. 🙂 Diğer yazılar hakkında kişisel görüşlerinizi de yazın lütfen.
Yabancı dilde yazılmış gibi. İlginç olan bugün kaderim için söylediklerim. “Kabul ediyorum, her şey olması gerektiği gibi.”
Derya hanım merhabalar. Eğer bu kısa öykümün bir yabancı çeviri olduğunu ima ediyorsanız tamamen orijinal, bir ilham anında 30 dakikada elleirmden dökülüvermiş bir kısa hikayedir. 🙂
Bu blogta eş zamanlılık çok fazla olur. Okurlar çokça söylerler tam da bugün düşündüğüm şeyi okudum diye. Aramıza hoş geldiniz. 🙂
Bana çok yabancı 🙂 Anlaşılması zor geldi, o nedenle ağır ağır okudum. Ouroboros’un ne olduğunu araştırıyordum hikayelere de bir göz atayım dedim.
Eş zamanlılık da bizim seçimlerimizden doğuyor olabilir mi?
İnsan, seçtiği konularla ilgili edindiği sonuçlar üzerinden farkındalık oluşturuyor.
Eşzamanlılığa dair güzel bir bakış açısı kesinlikle. 🙂
Kesinlikle, insan seçtiği konular etrafında toplanınca kendi düşüncelerinin bir karşılığını mutlaka buluyor bir yerlerde ama bu buluş anının zamanlamasının ilginçliğine belki eşzamanlılık diyoruz.
[…] bu görüşe aşinayız: Amor Fati. Blogta da çokça bahsettiğimiz, hatta üzerine özgün bir kısa öykü de yazdığımız Nietszche görüşü: “Kaderini […]
İçimdeki sıkıntıyla baş edemezken instagramdan takip ettiğim huzursuz beyin adlı sayfada Amor Fati hakkındaki bir yazıyı okudum ve Amor Fati yi googleladım. Sonrabu sayfaya girdim. Hikaye o kadar sürükleyiciydi ki yarın erken saatte kalkmak zorunda olmama rağmen bir solukta okuyuverdim.
Hikayede rübik küpünden ilk bahsedildiğinde çocukluğumun erken zamanlarına, bir komşumuzun evine, gittim. Orada sedirin üzerinde rübik küpünü elime almış, oynuyordum. En baştaki o kusursuz hâline döndürebileceğimi, o zekaya sahip olduğumu düşünüyordum. Ben uğraşırken etrafımdaki kalabalık başka bir oyuna odaklanmıştı. Rübiğin eski hâline dönmesine çok az kalmışken sarı bir küp işi bozuyordu. Ve ben o rübik küpünü o günden sonra bir daha elime alıp eski haline geri döndüremedim.
Sonra kadının mailinde meditasyondan bahsetmesiyle aklıma telefonu elime almadan önce gelen meditasyon mu yapsam fikri gelmişti. Bu beni etkilemişti. Çünkü kader çizgimizde öncesindeki olay ve şeylerin sonrasındaki bir şeylerin oluşmasında ya da tamamlanmasında bir görevi olduğunu düşünürdüm, herhangi bir okumadan ya da çalışmadan bağımsız olarak içimde böyle bir inanış vardı. Hatta sık sık da deneyimlerim.
Ben de yatağımın içerisinde adam ve kadın gibi meditasyona başladım. Bir elim göğsümün üzerinde nefes alış verişlerimi takip ediyordu. Hayalimde kadın, adam ve ben bir çember oluşturmuştuk. Ne kadar istesem de kadınla aramızda o kalpten kalbe beyaz ışık olmadı. Ama adamla aynı hisleri paylaştık. İkimiz de neden var olduğumuzu, bunun bir sonu olduğu hâlde ve öldükten sonrasını asla bilmememize rağmen bu an’a, dünyaya ve hayata sıkışmıştık. Kendi hayatımı dışarıdan izledim ve tüm bu olanlar yalan gibi geldi. Kendimi yazılan bir senaryoyu oynayan bir figüran gibi gördüm. Nefesim bu gün tüm akşam olduğu gibi daraldı. Gözlerimden yaşlar boşaldı ve karşımdaki adam da aynı şekilde hissettiğini bana hissettirdi. Yalnız değildim.
Sonra gözlerimi açtım. Ama adam bana hissettirdikleri dışında çok güzel şeyler hissettiğinden bahsetti.
Daha sonra “kaderin de bu varmış” lafı geçen adamın mailini okudum. Ben kendi ailemde fark ettiğim kadarıyla anneannemden anneme geçmiş bir talihsizlik ve kader tekerrürü görüyorum. Aynı şekilde dedemden de babama geçmiş. Ve bu döngünün son kalesi olarak bu döngüyü kırmam gerektiğini düşünüyorum. Yani derslerime daha çok asılacak iyi bir üniversite, iyi bir eğitimle iyi bir geleceğe sahip olacağımı düşünüyorum. Şu an lise son sınıf öğrencisiyim ve hiçbir şey olması gerektiği gibi iyi gitmiyor. Ben bu yazıyı okumadan önce de masada kendime ders çalışma ” planı” hazırlayarak yatağa geçmiştim. Öyle kendi kaderimi çizmeye çalışırken bu yazıya denk gelmem de şu an fark etmemle tuhaf gelmeye başladı.
Denk gelişler devam ediyor…
Faşist diktatör rejim ve tasavvufi olan kısım da benim içimde anlam kazandı.
Sona doğru mavi ve yeşil küp yan yana geldi. Zihnimizle ve kalbimizle-…
Şu an fark ediyorum. Aslında o maili atan kadın benim!!
Bu yazıya girmemi sağlayan şey de rastgele gönderilerden birinde amor Fati yazısını görüp google kısmına yazmamdı ve içimdeki hisler, elbette. Bu fark ediş bir anda oldu ve hâlâ şaşkınım!!
Sona doğru mavi ve yeşil küp yan yana geldi. Kıyamet koptu. Zihnimiz bize yolu tayin eder ama yol ayrımlarının kararını, hangi yolu seçeceğimize yüreğimizle karar veririz. Peki ya benim sarı küpüm? Bende mi anlam bulacak bu renk şimdi? Ya da zaten var mı bir anlamı?
Ve son olarak, bugün burada da yağmur yağıyor ve ben henüz hava tam kararmamışken gökyüzünde bir şimşek görmüştüm. Ve bu, artık bu zorunluğu kabul etmem için bir işaret olsa gerek diye düşünüyorum.
Ve en son olarak ilk defa sayfanızda okuduğum yazınız beni böyle bir zamanda bulduğu için çok sevindim. Zihninize, emeğinize sağlık.
Değerli yorumun ve katkın için çook teşekkürler Mavi. 🙂 Sen de blogtaki yazıları okurken bir sürü eş zamanlılık ve işaret alan okurlar arasına hoş geldin. Sanırım kolektif bir bilinç hali ve Google yapay zekasının da etkisiyle böyle “ilginç” anlarda, tam da olması gereken zamanlarda yazılar okuyanla buluşuyor.
İçindeki hisleri açık yüreklilikle paylaşman çok etkileyici ve senin de kaleminin iyi olduğunu düşündürttü bana. Bunu değerlendirmelisin, kendini çok güzel ifade etmişsin.
Amor fati, en basit ifadeyle aslında önce yaşamı, başımıza gelenleri kabullenmemizi öğütler. Bunun en güzel örneklerinden biri “Life of Pi” (“Pi’nin Yaşamı”) filminin finalinde var. Pi, kendi içindeki kaplanı kabullendiğinde artık kaplan ona saldırmayı bırakır ve bir salıverme gerçekleşir. Önce savaşı bırakıp iç huzuru tesis etmek gerek ki o da amor ile yani sevgiyle mümkün. Özünde kaderini sevmek ise yaptığın seçim ne olursa olsun seçimlerini sevmek anlamına gelir.
[…] hayatlarınızın dördüncü duvarını yıkmanız, buna rağmen kaderinizi ve kederinizi (amor fati) sevmeniz, hakikate şahitlik ederek, hakkıyla yaşamanız […]