Lucy Film Analizi

Ortalama okuma süresi 14 dk.
lucy film analizi
Lucy filminden bir sahne – Scarlett Johansson

Bu küçük kişisel blogu yazmaya başlamam, bir forumda yazdığım “Nasıl Tanrı Olunur” yazımı ve diğer denemelerimi bir blogta kayıt altına alarak aslında herkese açık bir günlük yazmaya karar vermemle başladı. Sesli düşünmelerimi düşünce süreçlerinden ayırmadan, cümlelere dökerken herhangi bir kompozisyon kuralıyla ana fikri manipule etmeden direkt olarak yazıya dökme niyetiyle aklıma yeni fikirler geldikçe yazdım. Ama bu blogun başlangıcı ilk yazım yani “Nasıl Tanrı Olunur” yazımda bahsi geçen fikrin geliştirilmesine yönelikti. O yazıdaki fikri düşündüğümde başka yerlerden okumamıştım, sadece bilim kurgu yazarı üstadı Isaac Asimov’un, önceki yazılarımda da kaynak gösterdiğim “Son Soru” adlı kısa öyküsünden etkilenmiştim.

Varoluş felsefesiyle ilgilenmek, kendini aramak, her şeyin mutlak sebebini aramak her kesin yaptığı bir şey değildir. Sıradan günlük yaşantımızda bunları sorgulamayız. Bu bence hastalıklı(!) bir insan grubunun yapacağı bir iştir. Ben kendimi çoğu zaman böyle görüyorum, doğuştan bir hastalığa sahibim ve tedavisi yok. Bu hastalık her şeyi sorgulamak ve varoluşumuzun nihai sebebi ve hedefini merak etmek. Sıradan sağlıklı insanlar günlük hayatını yaşar ve hayat ne istiyorsa, ya da hayat onlar için toplum demek olduğu için toplum onlardan ne istiyorsa onu yerine getirmekle uğraşırlar. Merak ettikleri, sorguladıkları şeyler daha hayatın (toplumun) içinden şeylerdir, daha somut… Ben ve benim gibi hasta insanlarsa bu hayatla hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünen şeylerle ilgilenirler. Mesela zaman durursa ne olacağını, var mı yoksa yok mu olduğuna karar bile verilemeyen küçük boyutlarda maddenin davranışını ya da ölümden sonra ne olacağını merak ederiz. Bunlar gerçekten de gündelik hayatta hiçbir işimize yaramaz. Yine de araştırmaya devam ederiz. Bu blogu sıkı bir şekilde takip eden bir avuç insandan biriyseniz korkarım sizde de bu hastalık var. Ama özde bu tür bir merakın, daha kutsal bir merak olduğuna inanıyorsanız, magazin programında kimin kimle yattığını merak etmekten ya da içi boş dizilerde kimin kimi aldattığını merak etmekten daha ilahi bir merak olduğuna inanıyorsanız doğru yerdesiniz. Dahası her şeyin bir sebebi olduğuna inanıyorsanız, içinizden kendiliğinden oluşan bu bilme isteğinin de bir sebebi olduğunu biliyorsunuzdur. Demek istediğim belki de o kadar işe yaramaz değildir, kim bilir kullanmanın bir yolunu buluruz bir gün…

İşte bu güdülerle ve kafamdaki bu fikirle yazmaya başlamıştım. Yazmaya başladığımdan beri bu konuda bir bilgi akışına mağruz kalıyorum. Meğersem insanın nihai evrimi hakkında onlarca film, dizi, yapılmış, yüzlerce kitap yazılmış ve binlerce araştırma söz konusu. Demek ki benzer düşünen pek çok insan var. Bu yapımlardan sonuncusu “Lucy” filmiydi. Lucy film analizi yazımızda bu film üzerinden blog boyunca anlatılmaya çalışılan şeyi özetlemeye çalışacağız.

Benimle benzer fikirleri paylaşan bir senaristin kafasında dolaşıyor gibiydim film boyunca, o nedenle hayretle izledim. Genelde tartışmalı ve yanlış anlaşılmış varoluşçu filmleri analiz etmeyi tercih ediyorum, bu bakımdan bu film anlatmaya çalıştığı şeyi net bir finalle ortaya koymuş ve finali hakkında tartışmaya mahal vermemiş, soru işareti bırakmamış. Film hakkında tek tartışma mantık hataları ve bilimsel gerçekliğine yönelik. İzleyiciler bu konuda ikiye ayrılmış durumda. Bilimsel temelini çok zayıf hatta deli saçması bulanlar ile gayet bilimsel bir temele oturuyor ve başarılı bir bilim kurgu diyenler kutuplaşmış durumda internet ortamında gördüğüm kadarıyla. O nedenle biraz bu konuya değinip daha sonra filmin asıl temasını oluşturan felsefi çıkarımlarına geçelim. Çünkü gerçekten de bilimsel gerçeklik yönü filmde bariz bir şekilde sadece araç olarak kullanılmış. Senarist isteseydi anlatmak istediğini bilim kurguyla değil tarihi bir ortamla da anlatabilirdi, bilimsel gerçeklik yanına çok takılı kalmayın o nedenle.

Beynin yüzde 10’unu kullandığımız hikayesi halen tam olarak net değil. Yapılan son bulgularla beynin her bölgesini farklı amaçlarla kullandığımız yani yüzde yüzünü kullandığımız söylense de bilim dünyası da bu konuda ikiye ayrılmış durumda. Beyni kullanmak derken ne kastedildiği önemli burada. Film boyunca anlatılan, dilin bazı konuları açıklamada yetersiz kalması durumundan dolayı bu böyle zaten… Evet beyinde görmeyi sağlayan bir bölge, duymayı sağlayan bir bölge vs. her bölgeye bir görev düşüyor. Aman beynin nöral ağları ve hücre bazında yapısı incelendiğinde bazı bölgelerin ne işe yaradığı çözülebilmiş değil. Aktivite gösteriyorlar, bazı birimler diğer birimlerle bağlantı içinde ama nasıl çalıştığı ve ne işlem yapmakta oldukları bilinmiyor. Bu görüşün ortaya çıkmasında asıl etken ise beynin aslında mükemmel bir kuantum bilgisayar olması ve kapasitesinin çok altında çalışması. 3,2 gigahertz bir bilgisayar işlemcisini 1,6 gigahertz’de kullanıyorsunuz. Yani beyin neden daha hızlı daha efektif çalışabilecek kapasitedeyken daha yavaş çalışıyor ya da bunu etkileyen süreçler neler bu tam olarak belirlenebilmiş şeyler değil. Çünkü kuantum işlemciden bahsediyoruz; insan eliyle yapılan en iyi kuantum işlemci saniyenin birkaç binde biri bir süre boyunca çalışabildi ve sonra yandı… Düşünmekten beyni yanmak deyimi o kadar da uzak olmayabilir, aman diyeyim… 🙂 Yine de şu an için en güncel bilgi aslında beynimizin tümünü kullandığımız yönünde, sadece neye göre tümü? sorusu havada kalıyor. Nitekim bu konu filmin senaristi ve yönetmeni olan Luc Besson’a film hakkındaki röportajlarda sorulmuş ve yönetmen şu cevabı vermiş: “Elbette insanın beyninin yüzde onunu kullandığına dair inancın yanlış olduğunu biliyorum. Bu konuda 9 yıl araştırma yaptım. Ama filmdeki pek çok şey gerçek araştırmalara dayanıyor, bu ne de olsa bir bilim kurgu filmi…” Evet bu noktayı atlamamalıyız film izlerken, bu bir bilim kurgu filmi ve o nedenle kurgu deniyor. Anlatılmak istenen asıl şey ana tema, filmin sonunda ortaya attığı ana fikirdir…

Lucy’nin karnında patlayarak Lucy’yi bir süper insana dönüştüren uyuşturucu da soruluyor senariste. Bunun gerçek olduğu sadece isminin başka olduğunu söylüyor. Gerçekten de hamileliğin 3. ayında maksimum seviyesine ulaşan ve annenin bebeğe salgıladığı böyle bir hormon (HCG) var ve gerçekten de filmde aynı geçtiği şekliyle bu hormonun enerjisinin şiddeti bebek için atom bombası gücünde. Zaten öyle olması da gerekir yoksa böyle hızlı bir gelişimi sağlayamaz o kadar kısa süre içerisinde. Enerji olmadan nasıl çoğalabilir hücreleri hele kemik hücreleri daha çok enerji ister.  O nedenle filmin bu kısmı tamamen kurgu değil tamamen gerçek bir bilimsel kanıta dayanıyor. Sadece bunun sentetik olarak imal edilebilmesi ve insana verdiği bu özellikler kısmı kurgu. Bu arada o maddenin filmde mavi renkle gösterilmesi ve kana karıştığında kanı mavi yapması, “mavi kan” sembolizm göndermesi… Sembolizm meraklıları için bir araştırma ödevi daha olsun bu! 🙂

İlgili yazı:   Sfr

Son tartışmalı konu evrim ve filmde kullanılan maymun metaforu. Filmde de bahsi geçtiği gibi, Lucy ismi gerçekten de 1974 yılında Etiyopya’da bulunan en eski insan kemiklerine verilen isimdir. Yetişkin bir dişiye ait neredeyse tüm iskelet kemiklerine ulaşılmış ve bu kemiklerin yaklaşık 4 milyon yaşına kadar tarihlendiği bulunmuştur. Ayakları üzerinde durabilen ve eşya kullanabilecek şekilde evrimleşmiş ilk primatlardan olduğu düşünülüyor. Evrim teorisini şiddetle savunan bu filme,  evrim karşıtlarını tepki göstermesi anlaşılır bir şey. İnsanın 6000 yıl önce dünyaya geldiğine ve bu esnada dünyada başka hiç bir insan bulunmadığına dogmatik bir şekilde inandıkları için filmin odağındaki bu görüşe karşı çıkmaları doğaldır. Yine de böyle düşünenler için tavsiyem sizin düşüncenizin de, evrim düşüncesinin de sadece birer fikir olduğunu akıllarından çıkarmamaları. Eğer insan evrimleşerek gelmediyse nasıl geldiğini ve ne olacağını siz zaten biliyorsunuz, bunu da eğer insan evrimsel süreçlerle oluşmuşsa bu görüşe göre bundan sonrası nasıl olacağına dair bir kurgu olarak izleyebilirsiniz bu filmi, sadece farklı bir bakış açısı.

lucy-2014-movie-images-is-scarlett-johansson-s-lucy-just-going-to-do-this-the-entire-movie

Şimdi filmin asıl temasına gelelim. İnsanın beyninin yüzde 10’unu kullandığı efsanesi sadece bir metafor. Onun yerine senaryoyu şöyle de yazabilirdik: “İnsan doğuştan sahip olduğu içsel enerjisinin sadece yüzde 10’unu kullanabiliyor, daha fazlasını kullanabilirse insanın oluşum ve gelişim sürecinde kendiliğinden doğal olarak çalışan sistemlere hükmedebilme ve manipule edebilme yetisini kazanırdık.”  Doğu felsefesinde buna kundalini denir. İnsanın kuyruk sokumunda bulunan kök çakrasında muazzam bir enerji bulunduğuna ve insanın yaşamı boyunca kullandığı enerjinin de bu olduğuna inanılır. Nitekim cansız maddeye can verenin, onu hareketlendirenin de bu olduğuna inanılır. Bu öğretide doğal olarak ortaya çıkan kundalini enerjisinin yönlendirilmesi ve iradeli bir şekilde kullanılması uygulamaları yapılır. Beynin yüzde 10’u yerine yaşam enerjisinin aslında yüzde 10’unu kullanıyoruz da denilebilirdi yani filmde, bu üzerinde durulmaması gereken bir detay. Önemli olan; madde, form, enerji, bilinç, genel olarak tüm evren üzerinde hakimiyet kurma gücümüzün ne kadarını kullandığımız. Metaforun işaret ettiği şey budur. Morgan Freeman, filmin başlarında kürsüdeki konuşmasında insanın iradesiyle dünyada yani madde üzerinde yarattığı kökten değişikliklere vurgu yaparak hali hazırda bunu yapmakta olduğumuzu ama bu, yapabileceklerimizin ancak yüzde 10’una eşit olduğunu iddia eder. Yani insanın medde üzerinde yapabileceklerinin kapasitesinin çok az kısmını kullandığımızı iddia ediyor. Eğer daha fazlasını yapabilseydik, yani doğanın kendi kendine işleyen süreçlerinin bizzat kendisi olsaydık, bu iradeye erişebilseydik ne olurdu onu anlatıyor film.

Lucy’nin ilk aşamada kendi vücuduna hükmedebilmesi, aslında bu iradi enerji gücünün önce kendi üzerimizde hakimiyetini sağlayıp onu yönlendirebilmeyi öğrenme sürecimizi anlatır. Budist üstadlarının soğuk ve karlı bir dağda, üzerinde oturdukları buzu ve karı eriterek, sadece vücut sıcaklıklarıyla suyu kaynattıkları tarafsız gözlemcilerle kanıtlanmıştır. Bu insanlar vücut ısılarını sadece meditasyon yaparak çok düşük ya da çok yüksek sıcaklıklara getirebiliyorlar. Bazı şifacılar insanların ağrılarını sadece dokunarak geçirebiliyor. Gerçekliği kanıtlanmamış pek çok başka vakada ise bazı özel yeteneklere sahip insanların kendi vücutlarında bir yeri açıp kapatabildikleri ya da başka insanların karınlarına ellerini sokup hiç yara izi bırakmadan çıkartabildikleri, böylece hastalıkları görüp tedavi edebildikleri yazılıp çizilir. Elbette bunların çoğu söylenti ama kanıtlanan vakalar da mevcut yukarıda yazdıklarım gibi. Bu, yüzde 20. Yüzde 50’lere varıldığında başkalarının zihnini etkileyebiliyor Lucy. Bu da hipnoz kabiliyeti yüksek insanları açıklayabilir mi acaba? Bazı insanlar karşısındakini etkilemede oldukça yeteneklidir, bazı daha uç örneklerde ise aslında hiç yapmak istemediği bir şeyi sadece zihinsel manipulasyonla yaptırabilen insanlarla karşılaşırız. Ders kitaplarına bile giren bir vakada bir uzman bir deneğin önüne iki bardak koyar. Biri temiz su diğeri mavi mürekkep damlatılmış sudur. Deneğe hangisini içmek isteyeceği sorulur, denek elbette temiz suyu seçer. Uzamanın bir hipnoz uygulamasından sonra denek mavi suyu içmeyi tercih edip içmektedir. Bu sadece hipnoz uygulamasıyla ilgili bir konu değil, irade gücünün etken ve edilgen yanlarını kavramada önemli bir örnektir. Çünkü hipnotizmacının hangi tekniklerle zihne bir görüşü yerleştirebildiğinden bağımsız bir şekilde deneğin o görüşü nasıl ve neden bu kadar kolay bir şekilde aldığı, neden bazı insanlarda hipnoz uygulamalarının işe yaramadığını açıklamada önemlidir.  Tekrar aynı soruya, insan beyninin ya da enerjisinin yüzde kaçını kullanabiliyor sorusuna geliriz böylece.

Yüzde 60 ve sonrasında maddeye hükmetmeye başlayan Lucy artık bir Demiurgos olmuştur. Demiurgos felsefi kavramı, maddeye şekil verme kudretine sahip bir “ara tanrı”yı ifade etmek için kullanılır. “Demiurgos & Adem” yazımızda bunun detaylı tanımını yapmıştık. Nihai tanrı değildir, yani doğmamış ve doğrulmamış değildir ama yeni dünyalar yaratacak kadar yüksek bir kudrete sahiptir. Benzer bir örneği Fringe dizisinde görmüştük. Sadece teknoloji kullanarak yeni bir paralel evren yaratan profesör o dünyanın tanrısı haline gelmiştir ama o dünyada hiçbir şeyi yoktan var etmemiş, bu dünyadan kopyaladığı canlı molekllerini çoğaltarak yaratmıştır. Yani sadece kopyalamış ve dönüştürmüş, yeniden şekillendirmiştir. Bu aşamada Lucy maddeleri uzaktan havaya kaldırmak, eğip bükmekle kalmaz maddelerin moleküllerini bile değiştirip onlardan farklı atomlar, maddeler yaratabilir duruma gelmiştir. Tabi burda kilit soru tüm bunları nasıl yapabildiğidir. Ne oluyor da bunları yapabilir hale geliyor ya da hangi tekniklerle bunları yapabiliyor. Lucy ilginçtir dışarıdan değil kendi içinden bir şeyler öğreniyor. Bu konu da ilginç bir konudur bununla ilgili ayrı bir yazı yayınlayacağım yakın zamanda. Yani nasıl olur da hiç okumadığımız, hiç gitmediğimiz, hiç deneyimlemediğimiz bir şeyi bilebiliriz, zihnimizde neler var bizim?… Her neyse, Lucy zihnindineki kapalı bir kapıyı açmış ve oradan bir bilgi edinerek bu bilgiyi kullanmaya başlamıştır. Luıcy’nin ve Morgan Freeman’ın da vurguladığı gibi aslolan bilgidir tüm bunları yapabilmesinde. Kuantum fiziğindeki her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğuna dair bilgi olabilir bu bilgi.. Böylece tek bir şeyden diğer tüm verilere ulaşarak fiziksel olarak bize bizden ayrı, uzakta görünen şeylere etki edebiliyordur belki de. Yani ben koltukta oturuyorum, önümde masa var, masanın üzerinde kaşık var, kaşıkla benim aramda mesafe var, ben kaşık değilim ne de olsa, dolayısıyla kaşık ve ben farklı şeyleriz ve aramızda mesafe var, o nedenle kaşığa dokunmadan onu etkileyemem, değiştiremem, oynatamam. Ama ya asıl bilgi kaşık ve senin aslında aynı şeyin farklı formları olduğu bilgisiyse ve ben o maddenin özü olan yapıyı değiştirme yetisine sahip olursam, o zaman tüm varyasyonlarını da değiştirebilirim. Kaşık ve benim aramda boşluk var gibi görünse de aslında uzay zaman ve hava var. Ne kadar çok şey varmış boşlukta… O aradaki uzay zaman ve havayı manipule ederek bir dalga yaratabilirsem belki de kaşığı da etkileyebilirim, ne de olsa o da benim yaratıldığım şeyden yaratılmış. Matrixteki aslında kaşık yok tekniğinden bir adım ötesidir bu kısacası. 🙂

İlgili yazı:   Doğum Günü

Uzatmayalım, Morgan Freeman hayatın amacının bilgi aktarımı olduğunu söylüyor. Ne yapacağını bilemeyen Lucy de doğaya aykırı davranmamak için bu vazifesini yerine getirmek istiyor, içindeki tüm bilgiyi (nereden geldi o bilgi?…) minik bir flash belleğe kaydediyor içinde yıldızları barındıran… Böylece filmin evrime bakış açısını da kavramış oluyoruz, gerçekten de evrimin en iyi yaptığı şey bilgi aktarımıdır. Bu çok ama çok önemlidir. Ama lanet olası hastalığımız yüzünden neden diye sormaya devam ediyoruz gene… Neden bilgi aktarıyoruz ki? Amaç? Albert Camus tarzı yaklaşıyoruz yani… Albert Camus, “Sisyphos Söyleni” adlı kitabında şöyle der: “Gerçekten felsefi olan yalnızca bir sorun vardır, o da intihar­dır. Dünyanın üç boyutu olup olmadığı veya zihinde dokuz kategori mi yoksa on iki kategori mi olduğu daha sonra gelir.” Camus bu yazısında edinilen tüm bilginin edinmeye değer olup olmadığını ve genel olarak tüm hayatın yaşanmaya değer olup olmadığını sorgular. O nedenle Morgan Freeman’ın hayatın amacı bilgi aktarımıdır cevabı bize yeterli gelmiyor. Bu bilginin en nihayetinde ne olacağını merak ediyoruz haliyle. Bunun da cevabını tüm blog boyunca vermeye çalıştım kendi bakış açımdan ama nihai cevaba halen çok uzağız.

Lucy en nihayetinde yok oluyor ve nerede olduğunu sorana da ben her yerdeyim diyor. Anlatılmaya çalışan bu gücü, enerjiyi maksimumda kullanabilseydik zaman ve mekanla bütünleşip evrenin kendisi olurduk, filmin duruşu bu yönde. Filmde açıkta kalan bir yer yok dedik ama final sahnelerindeki zamanda yolculuk ve Lucy’nin zamanı her şeyin merkezine alması dikkate değer bir detay. Filmi izlerken senaristin bilimsel bilgi birikimini herkesin anlayabileceği bir düzeye indirgemeye çalıştığını gördüm. Her şeyin zaman içerisinde gerçekleştiğini ve tüm dokunun zaman olduğunu keşfeden Lucy aslında zaman-mekan demek istyor. Einstein’den önce ingilizcede uzayı anlatmak için “space” kelimesi kullanılırdı. Einstein’den sonraki hiçbir kitap ya da bilimsel makalede space kelimesi tek başına kullanılmamıştır. Hangi bilimsel kitaba bakarsanız bakın başlıklarda bile “space-time” kelime grubu kullanılır. Çünkü artık uzayın adı uzay-zaman olarak değişmiştir. Einstein kusursuz denklemleriyle uzay ve zamanın birbirinden ayrılamaz olduğunuz, maddenin zamanı zamanın maddeyi etkilediğini hesaplamıştır. Lucy’nin zaman vurgusunu ben uzay-zaman olarak okumayı tercih ettim kişisel olarak.  Lucy’nin zamanla ilgili şu diyaloğunu hatırlayalım:

“Zaman, nihai ölçüdür, varoluş nedenimizdir. Maddeye varlığını o verir. Zaman olmadan, hiçbir şey olamaz. Zaman bir bütünleştiricidir.”

Lucy böylece zamanın içinde yolculuk yapar, varoluşu anlamaya çalışır. Geçmişten bu güne tüm verileri toplar. Böylece büyük resmi görmeye çalışır. Bu bilgi ne işe yarayacak sorusuna bir cevap… Lucy’nin geleceğe gitmemesi güzel bir detay olmuş çünkü tek bir gelecek yok, sonsuz olasılıklı gelecek var ve Lucy bile bunu bilemez. Onun yapabileceği tek şey bilgisini gelecek nesillere aktarmak. Uzay ve zaman tüm varoluşumuzun nedenini oluşturuyor gerçekten. Daha önce pek çok kez yazdım, zaman sayesinde “olay” gerçekleşir. Olay da bilgiyi yaratır. Yoksa her şey bir anda yani zaman bile geçmeksizin olup biterdi, daha doğrusu hiç olmazdı, varoluş da olmazdı. Yavaşlatılmış bir oluş sürecinde gibiyiz ve bu sayede veri elde edebiliyoruz. Labratuar ortamında ışığın yavaşlatılarak ondan veri elde edilmesi gibi… Bu elde edilen kümülatif verilerin evrenin sonu geldiğinde ne olacağı ise sanırım şu an için elimizde kalan tek soru, son soru… Lucy şöyle cevap veriyor:

“Hayat bize milyonlarca yıl önce verildi. Şimdi ise ne yapmamız gerektiğini biliyoruz!”

Bu bir bayrak yarışı, bayrak yarışı bittiğinde yarış bir sonraki sporcu nesilleriyle yeniden başlar ve yeniden… Sanırım sormaktan korktuğum tek soru bu soru… Tüm bu bilgiler ne işe yarayacak, bayrak bir sonraki neslin oluşmasına yarayacaksa bile, yani bilgi bir sonraki varoluşu oluşturacaksa bile bu neye yarar… Zihnimin sınırlarını, duvarlarını bu soru oluşturuyor. Bu sorudan sonra yerimden kalkıyorum, gazı açıyorum, tüpü yakıyorum ve bir çay demliyorum… 🙂

Hepimize afiyet olsun!

hayatin-anlamini-bulmak-umut-sarikaya

Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

25 yorum yapılmış, sen de yazsana :)

  1. Mentalistler, Doğuştan hipnotikler, Fringe, Camus, Arthur C. Clarke, Da Vinci, Nostradamus, Matrix vs… hiç sonu yok! Thé Box filmi gibi… kutu kutu…

  2. Beynimizin tümünü kullanmak her şeyi anlamaya yeter mi?
    Her şey kime göredir?
    Beyin gerçekten yeni şeyler üretir mi?
    Bilgi doğuştan mıdır?
    KAFAMDA DELİ SORULARR…

    • Aslında tüm sorularınıza tek bir cevap verilebilir: bir veri bankası var (database) ve bu veri tabanına erişimimiz kısıtlı. Bu veri tabanı bu güne kadar ve bundan sonra evren varoluş ve her şey hakkında edinilmiş ve edinilebilecek tüm bilgileri içeriyor. Beynimiz sınırlı değil, sınırlandırılmış. İkisi farklı şeyler. Yani potansiyel olarak biz bu sonsuz veritabanına erişebiliriz ama bir firewall konulmuş. Okuduklarımdan bildiğim kadarıyla bazı duru görür üstatları bu güvenlik duvarını hackleyerek sadece zihinleriyle bu sonsuz bilgi bankasına erişebiliyorlar. Bu bankada sadece geçmiş hakkında değil gelecek hakkında da bilgiler var. Ama ne yazık ki iletişim kusursuz değil ve oradan bilgi alırken bazen bozulmalar yaşanıyor. O nedenle hiçbir kahinin kehaneti net değil şifrelidir ve birebir tutmaz.

  3. inan çayı koymaya cok eriniyorum 🙂
    benim asıl sorguladıgım birkac soru var.1.si ben varım ki siz varsınız. ben yoksam sizde yoksunuz. demekki sizin var olabilmeniz benim varlıgıma baglı. belkide beyin o dediğiniz gibi %10 nunu felan kullanmıyor. belkide %120 sini kullanıyor. sizler benim birer hayal ürünümsünüz. ne kadar idda edebilirsiniz sizin var oldugunuzu. benim fişim cekildiginde var olmanız benim icin bi anlam katmıyor. o yuzden var olmanızın bende bir anlam kattıgını ben soylemek istiyorum. bu biraz baslangıc filminede giriyor. belkide rüyamın icindesiniz. belkide 6. rüyamda yasıyorum ben bunları. daha 5. rüyama gecemedim bile ne malum bunu bana nasıl kanıtlarsınız. en fazla beni oldurerek kanıtlayabilirsiniz o zaman asıl sizin piliniz biter cunku benim ruya biter. asıl korkması gereken bence sizlersiniz benim ruyam devam etmeliki sizler yasayabilmelisiniz. benim ruya oyunumun icindesiniz. dikkatli olmanızı tavsiye ederim. cunku benim zihnim o kadar kuvvetliki hepinizi olusturdu:)
    2. soruma gelince yada hipoteze gelince. belki benim ruyam degılduır. bir baskasının oyuncagıyız. mesela andromeda galaksisinde bir takım gerzek uzaylı grubu var bunlar bizi kobay faresi gibi deney tüpüne(dunya) koydular bizi izliyorlar ve pis pis uzaylı sırıdısı yapıolar bize:)
    3. soru zaman kavramını sorguluyoruz. mekan cok onemli degıl ha bu evren hada baska bir evren. evren bulmak kolay is. asıl sorgulanması gereken zaman. benim bir dusuncem var yada fikrim diyelim benim acımdan zaman sadece bizi baglaya bisi degil tanrıyıda baglayan bırsey onunda var olabilmesi icin zaman lazım yanı tanrılık yapabılmesı ıcın zamana ıhtıyacı var yanı tanrılık eylemını gerceklestırebılmesı ıcın bır zaman oolması lazım burdan benım kafamda bırsey canlanıyor zaman tanrının bır adım otesıne gecıyor zamandan gol yıyor. burda ben bır hata oldugunu dusunuyorum tanrıyla zmaanı ayrı kefeye koyuyoruz aslında tanrı dedıgımız sey zamanın ta kendısı. uzay zaman degıl asıl olan tanrı zaman. mekan dedıgım gıbı tanrı eylemını gerceklestırecek bır mekan yaratur ama ıste yaratabılmesı ıcın bır zman kavramı lazım sanıyenın bırmılyar katrılyonundan bırmılyar kez daha azda bır zaman olsa o zamana ıhtıyacı var. bız bence problemın saglamasını yanlıs yerden gıdıyoruz. uzay zaman bırsey degıl asıl olan tanrı zaman dır. bızım asıl arastırmamız gereken sey zamanın ta kendısıdır. ve bunu uzayda aramamız cok mantıksız. bunu arayacagımız tek yer var oda zaman. iste burda tıkanıp kalıyoruz cunku zaman tanrıdan guclu tanrıdan guclu bırseyle nasıl basa cıkabılırız. aslında bırkac ıpucu bırakılmıs bıze. cunku zamanı yasama fırsatı verılmıs. zaman kendısınden odun verıp bır parcasını bıze koparmıs. kı kendısını gorebılsın dıye. burda tanrı zamanın neresınde yada ta ıcındemı. tanrı dedıgımız kavram aslında zamanın ta kendısımı. bu evrenı bızı zamanmı yarattı. hanı derlerye heryerde matematık vardır dıye.. hayır asıl olan heryerde zaman vardır. bızım kafa yormamız gereken sey zaman. evrenın dısına cıksanız ne bulacaksınız. bence koca bır zaman. yanı orda yıne zaman var baska bırsey yok cunku o buldugunuz seyınde otesıne gecmek ısteyeceksınız. iyi tamam dıyorsunuz tanrıya ramak kala . hayır tanrı ordada degıl tanrı aslında bızlerız. bu bıraz korkunc bır kavram gıbı gelebılır ama aslında zamanın zamanından caldık ve bızde bırer zamanınız. zaman tanrıdan buyukse bızde bırer tanrıyız. tanrı kavramına zaman acısından bakmak lazım.
    neyse arkadaslar saatın kac oldugunun farkında degıldım saat 5 olmus yarın is var ne yazıkkı. ben bununla alakalı kendımce bır calısmam var bır kıtap halıne getiğrmeyi dusunuyorumkı lucy gıbı bıldıgımı bılgı aktarımı yapayım belki bırısıne yarar
    hadı iyi sabahlar sıze 🙂

    • İlginiz için teşekkürler. Bu film analizini yayınladığım tarihte bildiğim kadarıyla henüz tatmin edici bir sonuç alınamamıştı kuantum işlemciler hakkında ama evet bu yazıdan sonra bu güne dek ben de pek çok haber okudum ve ilerleme kaydedilmiş durumda. Yani haklısınız artık çok uzak değil kuantum bilgisayarlar. Yine de kuantum bilgisayarlardan ne beklediğimiz önemli bence. Günümüz bilgisayarlarından sadece daha hızlı mı olacaklar yoksa Roger Penrose’un yapay zeka ile ilgili öne sürdüğü o karmaşıklık limitini aşabilecekler mi… Bekleyip göreceğiz

  4. Kalemin güzel ancak kendi fikirlerini anlatırken filmle ilgili çok az şey yazmışsın

  5. Zamanın ışık hızına bağlı olması Tanrının özgürlük alanı kısıtlaması olur ki bunu pek aklım almıyor. O tanrı ki kendi kendini oluşturan kuantum dalgası olsa bile zaman içinde kısıtlı kalamaz.

    • Zamanın ışık hızına bağlı olması günümüz fiziğinni şimdilik elde ettiği bir sonuç. Zaman hakkındaki bilgilerimiz çok kıstılı. Sadece bu iki olgu arasında şimdilik bir korelasyon kurabileceğimiz bir gözlem elde ettik.

      Mesela ses hızına ulaşan uçaklarda ve roketlerde yapılan deneylerde, eş zamanlı iki atom saatinden biri yerde biri de uçakta bırakılıyor. Uçak yüksek hızda yolculuk yapıp yere indiğinde, yerdeki atom saati ile karşılaştırılıyor ve uçaktaki saatin yerdeki saatten çok az bir farkla da olsa geride olduğu görülüyor. Yani hız arttıkça zaman yavaşlıyor. Ama buna neden olan şey tam manasıyla çözülebilmiş değil.

      Zamanın ışık hızına bağlı olmasının tanrının özgürlük alanını kısıtlaması oalrak görmüyorum kişisel oalrak. Çünkü zaten bilerek kısıtlanmış bir varoluş düzlemi içerisindeyiz :)Tanrı kendini bilmek için kendi ışığını azalttı. Materyale dönüştürdü. Bu et bedenlerimiz aslında birer yavaşlatılmış ışık. Titreşim düzeyinde oldukça yavaş titreşiyoruz. Titreşimimiz ışık hızına ulaşmaya başladığında tekrar seyyal ve öz halimize ulaşıyoruz. Kim bilir belki de bir insan ışık hızının ötesine de ulaşabilir ama ışık hızının ötesindeyken artık bu 3 boyutlu evrende değildir. Burası kısıtlanmış ve sınırlandırılmış bir düzlem. Ötesine geçmeye çalışıyoruz 🙂

  6. “Zaman, nihai ölçüdür, varoluş nedenimizdir. Maddeye varlığını o verir. Zaman olmadan, hiçbir şey olamaz. Zaman bir bütünleştiricidir.” Sözüne karşılık olarak birkaç şey söylemek isterim.
    Zaman; “big bang” ile uyumlu hareket eden -önce ışığa sonra maddeye dönüşen niyetin- ilk düşüncenin enerjisinin, ilk nefesin, (“OL” iradesinin) içine üflendiği genleşen bir balon olarak düşünülebilir bence..!
    Zaman bir neden değil, (matematiksel bir anlatımı da olan) sonsuza yakın “neden-sonuç ilişkileri silsilelerinin kaydedildiği bir kayıt metodu, bir hafıza birimidir aslında…

  7. Merhaba, yazılarını yeni keşfettim, sanırım düşünme yöntemlerimiz ve ilgi alanlarımız birbirine benzediği için yazılarını okurken kendimden bir çok şeyi bulabildim ve okumaya devam edebiliyorum. Bu yazının son paragrafına yorum yapmadan geçmek istemedim. Yazıyı 2014’te yazdığını ve düşüncelerinin değiştiğini de göz önünde bulundurarak yazmaya çalışacağım.

    “Tüm bu bilgiler ne işe yarayacak, bayrak bir sonraki neslin oluşmasına yarayacaksa bile, yani bilgi bir sonraki varoluşu oluşturacaksa bile bu neye yarar”

    Bu soruya en basit şekilde yaklaşırsam, hayatta kalabilmek için bilgiye duyulan ihtiyacı anlatıyor, yani taşıyan aracı olay ise bayrak. Bilmek istediğimiz şey ise bayrağın eninde sonunda ne işe yarayacağı. Bu konuda Dünya Devleti gibi bir şey oluşturmaya / yönetmeye çalışacaklar diye düşünüyorum, bizden çok sonra. Olayın daha felsefik boyutuna baktığımda ise anlaması ve anlatması çok karmaşık olmakla beraber uzay-zaman’ın yapısını tam anlayamadığımızı düşünüyorum. Böyle durumlarda kendi geliştirdiğim bir metodu uyguluyorum hep. Her şeyi tersten anlamlandırmak ve Normal ile karşılaştırmak. BigBang ile varolduğumuzu kabul edip en sonunda da kendi türümüzü yok ettiğimizi varsayarsak ve bunu tersten düşünürsek. Kendi türümüzü yoktan var edip Bigbang ile de yokluğa yani hiçliğe gittiğimiz sonucu çıkıyor. Peki onca insan onca bilgi bir anda nasıl varolabilir sorusunu nasıl cevaplayacağız? Bence BigBang’in gerçekleştiğini nasıl bugün kanıtlayabiliyorsak o şekilde cevaplayacağız, Bilim ile. Anlatmaya çalıştığım şey sanırım zamanı algılamadaki eksikliğimiz.

    Umarım çok kafa karıştırmamışımdır, Emeğin için teşekkür eder, İyi çalışmalar dilerim (:

    • Merhabalar ve hoş geldin. 🙂 Değerli katkın için çok teşekkürler. Bu blogu yaşayan bir şey yapan bu yorumlar çünkü insanlar kafalarına takılan bir şeyi Google’da arattırdığında yorumlarda yazdığınız sorular ve cevaplar da anahtar kelimeler sayesinde bulunuyor ve insanlara cevap oluyor. Bu yorumun da zaman içinde kim bilir kime cevap olacak…

      Tabi zaman diye bir şey varsa 🙂

      Pek çok bilim kurgu klasiği okudum. Asimov, Arthur C. Clarke, Philip K. Dick… Onlarda ortak bir tema vardı ki o da şu: Dünya devletinin de ötesinde bir galaktik devlet. Elebtte biz daha dünya devleti olamazken galaktik federasyon gemileri dünyamıza iniş yapmaz. 🙂

      Yazıda refere ettiğim Isaac Asimov’un son soru kısa öyküsü de bahsettiğiniz şeye gönderme yapıyor. Tersten yaratım ve sonsuz döngü… O nedenle günümüz yapay zeka ve uzay kolonizasyon meselelerini önemli buluyorum. Bir değişimin eşiğindeyiz ve buna şahitlik ediyoruz.

      Yorumlarını eksik etme, tekrar teşekkürler, iyi okumalar 🙂

  8. Ahmet bey hoşgeldiniz 🙂 Her şey olması gerektiği zamanda olur bilirsiniz. İzmir’e yolunuz düşerse beklerim. Yazılar hakkındaki görüşlerinizi yorumlarda yazarsanız sevinirim 🙂

  9. Bir şeyler illa yarar sağlamak zorunda mı?
    Elimizdeki evren bu. Sayısız kombinasyonun herhangi biri,diye bakmak nasıl olur sizce?

      • ”evrenin bu mükemmel işleyişine bırakmalıyız kendimizi ” işleyiş mükemmel olsa hücre ölümsüzlüğü seçerdi biz ise sürekli çoğalmayı tercih ediyoruz

  10. Belki de bazen cevapları bulamadığımızda, idrak seviyemizin sınırlı olduğunu kabul edip, evrenin bu mükemmel işleyişine bırakmalıyız kendimizi. Her şeyi bilmek istiyoruz, çözmek için bilimsel tüm verileri harmanlıyoruz. Yine de emin olduğumuz tek şey bir şekilde yaşam formu olarak buradayız. Belki de bunu Lucy gibi anlayabilmek için doğanın bir parçası haline gelmek için bir çok hayat daha yaşamamız gerekiyor. Şu an ki potansiyelimizin yettiği ölçüde bilmek, gerisini de daha yüksek idraka bırakmak- güvenle teslim olmak gerek…

  11. Lucy herşeyi anlamlandırabilmek için doğanın bir parçası oldu.
    Öldüğümüzde bizler toprağa karışıyoruz ve doğanın bir parçası oluyoruz

    Belkide herşeyi bilmek ve beynimizin tamamı kullanabilmek için ölüp toprağa karışmamız gerekiyor.

  12. Hücre bulunduğu konumu uygun bulursa çoğalmak ister , yalnız olunca birine ihtiyaç duyuyoruz fakat sadece yalnızken birine ihtiyaç duyuyorsak yalnızken çoğalmak istiyoruzdur peki hücre ihtiyaç doğrultusunda mı hayatta kalmak istiyor ?

  13. 1.Insan hafızasının yüzde kaçını kullanabiliyor ve eğer daha fazlasını kullanabilseydi insani özelliklere sahip olur muydu?
    2. Çok bilmek mi önemli yeterli düzeyde gelişim sağlamak mı?

    • Elbette bu film bir kurgu olduğu için yönetmen daha çok, insan zihin kapasitesinin belirli bir yüzdesini kullanma üzerine kurgulamış filmi ama bu bir metafor. Zihin kapasitesine takılı kalmamak gerek burada. İnsanın ÖZ potansiyeli diye yorumlamak daha doğru. Öz potansiyel ise karakterimizin yani bizi biz yapan benliğimizin yapabilite sınırlarıdır. Bu sınırların ucu nereye kadar gider ve nasıl bu sınırlar aşılır sorularının cevabını insanlık tarihi boyunca üzerinde çalışılan bir olgu oldu. Blog boyunca da aslında bunun üzerine yazılar yazmaya çalışıyorum.

      Bilme meselesine gelince de bilmenin hiçbir önemi olmadığını düşünüyorum. İnanç daha güçlü bir olgu. 🙂

Lütfen düşüncelerini yaz, bu yorum alanı senin için :)