Yönetmen: Seni, kendini tanıdığından daha iyi tanıyorum. Truman: Kafamın içine hiçbir zaman kamera koyamadın.
Mahkum, içinde bulunduğu hücreyi istediği zaman terk edebilir. Eğer bu belirsiz bir şüpheden daha güçlüyse… Eğer o mutlaka gerçeği araştırmak isterse onu engelleyebileceğimiz hiçbir şey yok.
Truman Show (1998)
Truman Show felsefesi aslında tamamen benliğin tanımı üzerine bir kurgu, bir düşünce deneyi… Kişisel tanımıma göre, algıladığının farkında olan, algılamasını da algılayan, yani kendisi olma halini de algılayan yapıya benlik diyorum. Özetle “ben benim” diyen şey her ne ise o; benlik, bilinç… Hepimiz bu özel yetiyle dünyaya geliyoruz. Salt bir şeyleri algılayıp zihnimize yerleştirmenin ötesinde, dış dünyadan verileri alıp işleyen o şeyi de sorgulayabiliyoruz. Bunu, bir kara deliğe benzetiyorum. Malum kara delik bir güneşin çok yoğunlaşıp ağırlaşmasıyla kendi içerisine çökmesi halidir. Çok küçük bir alanda o kadar fazla ağırlık birikir ki uzay zaman bu yükü kaldıramayıp tabiri caizse “yırtılır”. Böylece uzay zaman içerisinde bir delik meydana gelir. Bu delik etrafında ne varsa içine almaya başlar. Bunu insanın etrafındaki verileri kendi içine almasına benzetebiliriz. 5 duyu organımızla sürekli bir veri akışı olur dışarıdan içeriye. Kara delik aslen salt maddeyi değil kendisini de içeri alır ki zaten bu nedenle etraftaki her şeyi içine çeker. Yani kendi varoluşunu da kendi merkezine çekip yutar. Böylece ışık dahi kaçamaz kara deliğin merkezine girmekten. Benliklerimiz de belki de bu kendi kendinin farkında olma sürecinden doğan bir etki tepki ile dışarıdaki tüm verileri kendi benliğine çekebiliyordur. 🙂
Tüm bunların “Truman Show” filmi ile ne alakası var? Filmi izlemediyseniz, önce izleyip bu yazıyı okuyun, izlediyseniz tam tersi; önce bu yazıyı okuyup, bu gözlerle tekrar izleyin. 🙂 Yaklaşık 10 defa izlemiş biri olarak her izleyişimde yeni bir katmanda yeni anlamlar çıkardığımı söyleyebilirim. Nedeni de aslında filmin temelde benliğin özgürleşmesi anlamında çok net, çok çarpıcı önermeler sunması. Bildiğiniz gibi Truman Burbank, istenmeyen gebelik sonucu ailesi tarafından reddedilerek doğan bir bebek. Dünyaya daha en başından sahipsiz geliyor. Film boyunca Truman’ın gerçek anne babasından hiç bahsedilmemesi, üvey babasının bile hayatının bir döneminde olmaması, pasif olması Truman’a bir nevi İsa sembolü veriyor. Bir yönetmen olan Christof Truman’ı yapım şirketine evlatlık olarak alıyor. Ki Christof isminin anlamı: “İsa’yı taşıyan”. 🙂 Böylece Yönetmenimiz Christof yani İsa’yı taşıyan, Truman’ı yani babasız doğan İsa’yı taşımaya başlıyor. Truman var olduğu andan itibaren meraklıydı. Truman’ın seçilme sebebi de zaten bu keşfetme merakı ve aceleciliğiydi. Filmde bu bölüm Christof’un ağzından şöyle anlatılır:
“O daha doğumunda bile meraklıydı. 2 hafta erken doğum. Neredeyse biz daha stüdyoları kurmadan doğacaktı. Ana rahmini terk etmedeki isteği bizim onu seçmemizdeki en önemli nedendi. İstenmeyen diğer beş hamilelik içinden bu şovun yıldızı doğum tarihine göre seçildi… Truman yarışı önde bitirdi.”
Bu anlatım elbette spermin yumurtayı döllemesi yarışına da gönderme. Yarışı en önde bitiren sperm yumurtayı döller. Yani o kubbenin, o dış dünyadan izole kürenin içine girer. Tıpkı Truman’ın içine doğduğu “Seaheaven Adası” gibi… Seaheaven malumunuz deniz ve cennet kelimelerinin birleşimi ve anlamı denizle çevrelenmiş cennet demek. Truman bu adacıkta gözlerini açtığında, varoluşunun ilk anlarından beri içinde var olan merak ve keşfetme duygusu ile içinde bulunduğu adanın sınırlarını aşmaya çalışıyor. Yani Truman’ın benliği, salt içine doğduğu çevreyi algılamakla kalmıyor; her algı sonrası içindeki benliğin kendi içine çökmesinden mütevellit, yeni edindiği biliş ve deneyimlerle benlik algısını genişleterek çevrenin sınırlarına ulaşmaya çalışıyor. Öyle ki, Christof yani yönetmen, kendi benlik algısının dışına çıkmasın ve “masum, saf” kalsın diye Truman’ı kendi yarattığı cennette tutmak için Truman’a yapay bir korku veriyor. Küçükken babasını denizde sahte bir kurguyla kaybederek Truman’a denizden korkma duygusu veriyor. Böylece Seaheaven ismi denizle korunmuş bir cennet olma anlamında çıkarak korkuyla korunan bir konfor alanına dönüşüyor. Keza Truman Seaheaven içinde güvende, kötülüklerden uzakta ve saf. Tıpkı bir melek gibi. Yönetmen bu durumu filmde şu repliklerle ifade ediyor:
“Truman: Hiçbir şey gerçek değil miydi? Yönetmen: Tek gerçek sendin. İzlenmek için bu kadar güzel olan şey de buydu.”
Fakat Truman 30’lu yaşlarına geldiğinde içindeki bu sınırların ötesine dair merak ve bilme isteğinin, arzusunun karşı konulmaz olduğu bir noktaya geliyor. Ergenlik yaşlarında yaşadığı gerçek aşk deneyimi, bu isteğin muazzam bir körükleyicisi oluyor. Keza gerçek aşk, insan benliğinin sınırlarını genişleten bir deneyim. Sebebi de kendi benliğinizin yani kendi kara deliğinizin aslında başka bir benlikle yani başka bir kara delikle birleşmesi. Artık kendi içinize çökmenin yanında başkasının da içine çöküyorsunuz ve o başkası da sizin içinize çöküyor. Filmde, bu benlik genişlemesi metaforik olarak o kadar güzel sembolize edilmiş ki, senarist Andrew Niccol’a hem kıskançlık hem de hayranlık duymamak elde değil. Ki zaten daha pek çok zamanın ötesinde filmin de senaristi… Şöyle ki, Truman’ın aşık olduğu kadın (ki ismi Lauren; bilgelik demek) Truman Show’dan çıkartılırken Fiji’ye götürüleceği söyleniyor. Fiji, Seaheaven adasının dünyadaki tam aksi yöndeki yerinde bulunan yer. Yani Truman’a fiziksel olarak en uzak yere götürülüyor. Truman’ın sevdiği kadına yani Lauren’e yani bilgeliğe ulaşması için çok fazla deniz ve okyanus aşması gerekiyor. Daha denizin üstündeki bir köprüde bile yürüyemeyen, korkan bir insan için ne kadar zor bir hedef… Fakat bu mesafe algısı aynı zamanda Truman’ın bilincinin daha da genişlemesi, uzağa gitmesi anlamına geliyor. Bunu da ancak korkularını yenerek yapabilecek.
Yönetmen Truman’ı kendi güvenli benliğinde tutmaya çalışırken Truman’ın tüm engellere karşı bilincini genişletmeye çalışma süreci, insanın sürekli yeni verilerle bilgi ve deneyim elde etmeye çalışmasına benziyor. Çünkü edindiğimiz deneyimler ve bilgilerle aslında benlik algımız, ben kimim sorusuna cevabımız genişliyor. Bu genişleme çoğu zaman korkulara takılıyor. Fiji’ye, yani dünyanın diğer ucuna, yani bilincimizin sınırlarının dışına gitmek için önce korkularımızı aşmamız gerekiyor. Hepimizin başına gelmiştir. Bazen bir bilgiyi öğrenmekten bile korkarız. Bu bilgi bana fazla deriz. Belki içimizde tabular vardır ya da kök inançlarımız o bilginin, bilincin söylediği şeyi anlamak için aşmamız gereken okyanusları oluşturur. Fakat filmde şunu anlarız ki Lauren yani bilgelik yani aşk ya da bilgelik aşkı (Philo-Sophia) aslında Fiji’de filan değil. Aynı ülkede. Truman’a söylenen bir yalan sadece aşkının dünyanın öbür ucunda olduğu. Truman’ın tek yapması gereken şey birkaç km’lik deniz yolculuğunun ardından çıkışa ulaşması. Yani hakikat belki de çok yakınımızda ama bize söylenen şeyler yüzünden çok uzakta sanıyoruz.
Her şeyin ötesinde aslen Truman’ın yapmaya çalıştığı şey benliğini özgürleştirmekti. Filmin başında en yakın arkadaşının da söylediği gibi Truman Show evreni, her şeyin kontrol altında tutulduğu bir evren. Yönetmen bunu şu sözlerle anlatır:
“Bizler evrensel gerçekleri, bize sunulduğu kadarıyla biliriz.”
Truman’ın benliğini genişletmesi için salt ona sunulan verilerin dışına çıkıp kendisini sonsuz olasılığa açması gerekiyordu. İçindeki o güdü, yani bilme, deneyimleme, keşfetme ve anlama güdüsü bir kara delik gibi etrafındaki evreni yutarken o da sınırların dışına çıkabildi. Böylece benliğini özgürleştirebildi.
Elbette Truman sadece daha dar bir algılar dünyasından daha geniş bir algılar dünyasına geçti. Fakat film aslında anlatmak istediği şeyi dar bir deney tüpünde anlatıyor. Truman’ın yönetmenin dünyasından çıkıp gerçek dünyaya adım atmasından sonraki yaşamında da gerçekliğin ötesine geçme, keşfetme isteğinin duracağını söyleyebilir miyiz?
Belki de hepimiz hali hazırda bir fanusta yaşıyor ve evrensel gerçekleri bize sunulduğu kadarıyla biliyoruz. Evet, tıpkı Truman’ın her sabah evden çıkarken kapıyı açması gibi iç kapılarımızı açtık ve verilerin, bilgilerin, deneyimlerin bize akmasına izin veriyoruz ama korkularımızı aşıp tüm stüdyonun, tüm var oluşun kapılarını açtık mı? Açabilir miyiz?
Cevabım: Bilmiyorum. Anlamak için de sanırım önce korkularımızı aşıp o kapıya varmamız gerek. Kapıdan çıkmadan önce de…
Olur ya belki sizi göremem… İyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler.
🙂
E-Mail ile Takip Et
Her ufuk açıcı yeni yazı yayımlandığında e-mailinize bildirim almak için mail adresinizi kaydedin:Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
“Korkar durur gitmez
Köyün en son çitine
İnanır o sınırda dünyanın bittiğine
Ünzile insan dölü
Bilinmezlere gebe
Sırların mihnetini
Yükleyip de beline”
Truman ile Ünzile arasındaki farkı/benzerliği bulalım 🙂
Mark Twain’ın “İnsan nedir ” de anlattığı üzere; insan ona sunulan veriler ile çalışan bir makina olduğunu varsayarsak (ki, benliğimizin içine doğduğumuz aile, sosyal çevre, değer yargıları içerisinde oluştuğu fikrine ben de katılıyorum) korkularımızı aşıp sonsuz olasılığa açıldığımızda, stüdyonun dışına çıktığımızda “benliğin özgürleşmesi”ni sağlayabilir miyiz? Matrixin farklı bir varyasyonunu yaşayıp buna özgürlük diyebilir miyiz? Belki de özgürlük sadece içinde olduğu senaryoyu farketmektir, benliğinin ona sunulan verilerle oluştuğunu bilse bile…
**Yine detayları simgesel dille analiz eden ve tümevarımla farkındalıklı düşünmeye sevkeden keyifli ve güzel bir yazıydı, emeğine sağlık.:)
Çook teşekkürler Figen. Güzel bir gönderme “Ünzile” eklemen. 🙂 Kesinlikle bahsettiğin özgürlük dilemmasına katılıyorum. O nedenle başlığı zaten benliğin özgürleşmesi olarak aldım. Truman’ın mekan değiştirmesi aslen sadece bir metafor. Aslen bilinci özgürleşiyor.
Benlik tanımınız oldukça çarpıcı. Kendimiz olma halini algılamak.. Bunu fark edince gördüğümüz şey ise bir önceki yorumda söylendiği gibi, Matrix içinde olduğumuzu, yada Truman gibi devasa bir stüdyoda olduğumuzu fark ediyoruz. Benim kendi kullandığım kelime ise kafes.
Çünkü öncelikle bedenimizin içinde kapalıyız.Tıpkı hiç ışık görmeyen, sahip olduğu milyarlarca sinir ağına rağmen asla dünyayı bizzat deneyimlemeyen beynimiz gibi, dış dünyayı hiç bilmiyoruz. Tek bildiğimiz beş duyumuzdan gelenler. Bunun azımsanmayacak bir veri olduğunu kabul etsem de bir şeyleri anlamaya yeterli olacak kadar çok değil. Belki de beyin o yüzden izole. Dış dünya dediğimiz, beş duyumuzla algılamaya çalıştığımız dünyanın etkilerinden uzak kalıp başka dünyalara, boyutlara veya frekanslara odaklanabilmek için.
Yine de ben beynimim, ben dediğim düşüncelerim, zihnimim diyemiyorum. Bundan ötesi olması gerek.
Ben, bedenim ve zihnimden öte bir “şey”im; bunu ruh diye adlandıralım. Beden içinde, zihin denilen bir “uzam”a sahip bir ruh. Beyin denen cihazı tam olarak keşfedip kullanamayan, farklı frekanslara ayarlayıp evreni farklı şekillerde algılama konusunda çok da büyük adımlar atamayan bir ruh.
,Bugün canım yemek yemek istemiyor,, “Bugün canım spor yapmak istemiyor”, “Canım istiyor”, “Canım istemiyor”… Bedenimiz bize ne çok şey emrediyor. Adeta sadece kafesimiz değil, aynı anda gardiyanımız gibi.
“Şimdi şurda bi mangal yapsaydık”, “Keşke çok param olsaydı”, “Evrende başka yaşam şekilleri varmı acaba?”…
Zihnimiz ne çok yere uzanmaya çalışıyor. Ama bir çoğu bedenimiz için. Benlik için ne kadar az şey yapıyoruz. Çoğu zaman bedenimizi, kafesimizi genişletmekle uğraşıyoruz. Adeta kafesimizin metrekaresini çoğaltmak, daha lüks olmasını sağlamakla uğraşıyor zihnimiz. Oysa bazen bunu yaparken bile kafesimize zarar veriyoruz.
Oysa derdimiz kafesimiz mi?
Özgürleşmek bu mu?
Miraçtan anladığımız bu mu?
Bu yaşamda vermemiz gereken en büyük derslerden biri bence benliğimizi, ben denilenin kim olduğunu keşfetmemiz ve kafeslerimizden çıkmamız. Bunun ilk adımı da kafesimizi farketmemiz. Tıpkı Truman’ın etrafındaki stüdyoyu farketmesi gibi. Aslında ipuçları etrafımızda. Truman’ın her sabah aynı saatte, aynı şekilde geçen arabaları, insanları fark etmesi gibi bir takım desenler var. Üstümüze illa da gökten kamera düşmesi gerekmiyor; ki bazılarımızın üstüne düşüyor.
Kafesimizi fark edince de artık onu zorlamamız gerek. Elbette bir anda çıkamayacağız. Yıllar içinde hem biz, hem toplum, çevre, aile, bu kafese bir çok kilitler vurduk. Bunlardan vazgeçmek, cebimizdeki anahtarları çıkartıp kilitleri açmak, anahtarı yoksa anahtar aramak, yada kilidi kırmak. Bunlar küçümsenecek adımlar değil. Ama özgürlük ne kadar değerli, kilitler daha mı değerli, ölçüp biçecek olan biziz. Yani “Ben”.
“Zihnimiz ne çok yere uzanmaya çalışıyor.” ifadeniz çok hoş ve çok yerinde. Hakikatten de insan zihni doğaya hükmetmeye çalışmaktan, marsta koloni kurmaya ve hatta evrenin ötesine dek uzanmaya çalışıyor. Bu da sizin tabirinizle kafesinden çıkmak istemesinin bariz bir göstergesi. Hatta bir adım ileri gidip, biz bunun farkında olmasak da gerçekleşen bir süreç diyebiliriz. Fakat işaret ettiğiniz gibi farkında olmak bir adım öteye, zamanın ötesine taşıyor bizi. Sürecin içinde ordan oraya savrulan değil, sürecin kendisi haline getiriyor.
Benliğin özgürleşmesi üzerine bir yazı kaleme almak ister miydiniz?Sade ve anlaşılır..yalın bir yazı..Ben kendi anladığımla ilgili bir yazı yazıp burada paylaşmak isterim izin verirseniz..yani buraya kopyalayıp yapıştırabiliyoruz değil mi?bu işlerde yeniyim:)güzel şeyler var sitede..trumanşhow u izleyeyim bir vakit bulduğumda..bilgelik ne demek mesela?bilgin-bilge ayırımı neye göre yapılıyor..bilgin daha benliği özgürleşmemiş ama kendi dışındaki bilgileri bilen;bilge de dış dünya bilgilerine kafayı yormayıp;kendi benliğinin tüm katmanlarının farkında olan ”BEN” manasında mı?kullanıyorsunuz..ya da ne manada kullanıyorsunuz bilmek isterdim..
Sibel hanım yorumunuz tevafuk oldu aslında. 🙂 Keza yakın zamanda bilgi üzerine bir yazı yazmaya başladım ve taslak aşamasında. O yazıda sorduğunuz soruları sordum kendime ve cevapları toplama aşamasındayım. Elbette bilgi deyince hepimizin aklında bir kavram oluşuyor ama bu soyut kavramı anlamanın ötesinde idrak etmek gerekiyor.
Bu bağlamda sizden istifa etmek çok isterim. Elbette yorumlar kısmına buraya yazın yazınızı. Keza bu blogun bir özelliği de yorumlar kısmının çok okunması. O kadar ki blogun yarısını yazılar diğer yarısını yorumlar oluşturur. Hatta üzerine tartışarak bir röportaj yazısı da oluşturabiliriz akabinde. 🙂
Beni ciddiye aldığınız için öncelikle tesekkür ederim..genelde ciddiye alınmadığım için yazıya da odaklanmak gereği duymamıştım..yanlış yapmışım…”ÖNYARGI”larımdan sıyrılıp en kısa sürede yazımı yazıp paylaşmaya çalışacağım..iyi akşamlar:)
Estağfurullah, ne demek. Ciddiye almanın ötesinde gerçekten görüşünüzü merak ettiğimdendir. Cevabı 1 gün arayla vermişim, gecikme için özür. 🙂
BENLİĞİN ÖZGÜRLEŞMESİ ÜZERİNE…
Merhaba;
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bazı kelimeleri feylesofların kullandığı(kast ettiği)manalarda kullanamıyorum..onların anlattıkları şeyleri çoğu zaman anlamakta zorlandığım ise bir hakikat…ben de kendime göre bir dil geliştirmem gerektiğini fark ettim ve okuduğum ve tecrübe ettiğim şeyleri basit bir biçimde anlatmaya çalışacağım..tam anlayamadığım noktaları ise yazıda belirtmeye çalışacağım..
BENLİK nedir? İle başlayalım…Benlik dediğimde hakikatte KENDİLİĞİ kast ediyorum.Yani asli fıtrat adı da verilen ve var olduğunu bilen hakiki özneyi….KENDİNDE ŞEY olarak ta bazı feylesoflar yazılarında belirtmişler..yada ben öyle zan ediyorum…
Benlik 3 farklı katmanda açığa çıkıyor…KİMLİK,KİŞİLİK, KENDİLİK…
Kimlik benim için dış dünyayı imliyor..Dış dünyada Türk kimliği ve Müslüman olarak dünyaya gelmiş bir Sibel var..bu Sibel’in yani kişiliğin kendini hazır olarak bulduğu bir dünya…Sibel ise Kendiliğin kişiliği(hüviyeti)…çocukluk döneminde Sibel’in bir kişiliği yoktu aslında kendiliği bütün masumiyetiyle oradaydı..çevresini tanımıyor ve hiçbir şey bilmiyordu…Sadece var olduğunu biliyordu..şimdi de durum aynı mı?(eğer aynıysa benliği özgürleşmemiş uyuyor;uyanmamış demektir..neyse:))
Sonrasında Sibel’in benliği kendisini dünya yaşantısındaki tecrübelerine dayanarak her anda yeniden örüntüleyerek ortaya Sibel’i çıkarıyor..yani Sibel kişilik kazanmıştır..Kişilik daima bir başkasına rağmen kazanılan bir şeydir.bilinçli ve bilinçsiz durumlarımıza göre örüntüleriz kendimizi..farkında olmadan bir koza oluştururuz kendiliğimizle;kimliğimiz arasında…o koza işte kişiliktir..kişiliğin dış dünya ile ilişkisi kendiliğin kişilikle ilişkisini de örüntüler aynı zamanda…Ne demek istiyorum?Siz dışınızdaki insanlara yalan söyleyen biriyseniz;benliğinizde bol yalana hazırlanın…siz obur iseniz çok yemek yerseniz benliğinizde oburluğa alışır…her eyleminiz benliğinizde iz bırakır…Her bir iz bir sonraki tasarımın girdisini oluşturur:)ve anda yeniden şekillenerek gündelik yaşamlarımıza yansır…bu böyle böyle ömür boyu devam eder..kozayı ören kendilik içte kalmış Sibel ise dışarıdadır artık yetişkinlik döneminde ve o koza yı açması gerekmektedir..kozanın içinde bir minik kelebek..masum..iyi ile kötüyü birbirinden ayıramayan lakin iyiliğe meyyal bir yavru gizlenmektedir..onunla arasında ise önce kimliği sonra kişiliği durmaktadır…Sibel o masum yavruyu diyelim daha romantikolduğu biçimde görememektedir..asli fıtrat ya da kendilik denen şeyi tanımamaktadır..o yavruda Sibel’i tanımamaktadır..Yaşam herkesin kendi mecrasında akıp gitmektedir.ve o masum yavru her an o kozayı örmeye devam etmektedir
Sibel ideal insanı örnek alıp kendinde sürekli ve her an bir mücadele içine girmiştir artık…neden girmiştir..bilinmiyor..sorgulama evresi de denen bir süreçten sonra tecrübe ettiği bir çok şeyi aslında kendisinin de sevmediğine karar vermiştir.ailesinden öğrendiği inancı;toplumun kabullendiği değer yargılarını;kendisine dikte ettirilen bir yaşam tarzını hakikatte kendisinin istemediği kafasına dank etmiştir 3 yıllık kimlik buhranından sonra ve o koza yavaş yavaş incelmeye başlamıştır…artık kendisini epey kişilikli bulan bir çevrede kemal bulduğu yanılgısıyla yaşamına devam eden evrensel insan daha kişilik buhranı geçirmemiş hakiki bir ergendir oysa:)o aralanmış kozadan kendi kişiliğini seyreden kendiliği kişiliğine urulmuş:)ve Sibel başına belayı almıştır…O süreç çok sıkıntılı bir süreçtir ve herkes tarafından farklı bir biçimde yaşanmaktadır…inancına;yaşam tarzına göre yeni bir narsizm evresi geçiren kişinin maşuk ta derler..kişiliği paramparça olacak ve tutunduğu;inandığı her şey karşısında darmaduman;çer çöp haline gelecektir..Aklını yitirdiğini düşünen Sibel psikolojik destek alacak ve kişiliği erirken aklı bir karış havadan onu takip etmekten başka çare bulamayacaktır..Evet Sibelin aklı uçmuş çok zor günler geçirmektedir.kendiliği olduğu gibi görebilmek o kadar zordur ki…o kendisini göstermek istemediği sürece farklı hayaller üreterek kendini gizlemeye devam edecektir.benliğin özgürleşmesi öyle kolay değildir ve ben özgürleştim diyen adamlara güvenilmez…bilgi bu süreçte artmak yerine azalır..cümleler yıkıma uğrar..hallaç pamuğu gibi paramparça olur bu süreçte kişi ve bu buhrandan bir çok kişi ya çıkamamış yada çok ciddi fiziksel ve ruhsal yaralar almıştır…bu süreci en iyi anlatan film PLATFORM..ŞİDDETLE TAVSİYE EDİYORUM..hatta üzerine yazı da yazılır..benim bir ara kafam gitmiştio ara MİHARU gibi platformda gezip durur idim:)..aklımıza sahip çıkmak gerekti…!çok zorlandığımı itiraf edeyim..hala tedavim devam ediyor..çok şükür psikoz olmadan direkten döndüm…özgürleştim mi…korku dağları sarmıştı…korkudan özgürleştiğim söylenebilir..lakin şimdilerde virdim BEN BİLMEM ALLAH BİLİR…bundan sonraki süreci bilmiyorum doğrusu..yaşam ne gösterecek..ucu bucağı olmayan bir benlikte hep birlikte yol alıyoruz…yeni yeni insanlarla karşılaşmaktan korkmuyorum artık…sona doğru bir tahminim var aslında..özgürlük sürecindeki son basamağın..kendinle dostluk aşaması olduğunu düşünüyorum…bu da kendiliğin bilinç sahibi olmasıyla mümkün..hakiki ilim bu aşamadan sonra kişide oluşur…diye de hüsnü zan ediyorum…Her an yeni bir yolculuk ve yaşam tecrübesi…kişi kendiyle dost olduğunda yarım kalmışlıktan söz edilemez ve bir tatmin;tamamlanmışlık duygusu sarar benliği…ben ara ara böyle tecrübeler yaşıyorum..içimde herkese karşı bir sevgiyle sarmalanmış hissettiğim de oluyor..bazı dönemlerde de tümüyle yabancılaşıyorum kendime…şu anda denge üzerine çalışmalarım devam ediyor…Kelebeğin rüyasında gördüğü kişilere destek olmak şart:)çok ilmi bir şeyler yazmak istemedim nedense…kırık dökükte olsa tecrübe edilmiş kelamlar daha iyi olur diye düşündüm…yol zorlu…kendine yaklaştıkça darmadağın oluyorsun…kıyıyı kaybedip denizde geminin kayalara çarpması ve suyun dibinde bir yaşama merhaba deyip denizlerde kulaç atarak ömrümüz geçecek gibi duruyor:)platform filmini izledikten sonra ki ben bir daha izleyemeyeceğim..bir kere yetti bana üzerine konuşmak isterim doğrusu izleyenlerle:)benden bu kadar sayın blog yazarı..sevgi ve saygı ile..
SAMİMİYET SAMİMİYETİ GEREKLİ KILAR..
Sibel samimi paylaşımın için çok teşekkürler. 🙂 Üzerine bolca tefekkür etmemi sağlayacak bir yazı yazmışsın. Bu blogta semboller ve metaforlara çok önem veriyorum. Hakikati anlamanın ve anlatmanın muazzam enstrümanları olduğu gibi bazen bizatihi hakikatin kendisi de olabiliyorlar. Koza sembolün ve metaforun çok değerliydi. Kozanın içindeki kendiliğin etrafına ilmek ilmek, katman katman benliği inşa etmesi ve bu inşa sonrası ilmin başlaması, benlik gibi zor bir kavramı ifade etmek için muazzam görselleştirmeler. Görüşlerine katılıyorum ve hatta o kişiliğin paramparça olduğu evreyi çok ilginç ve gerekli buluyorum. Hem yıllarca bir kişilik inşa edeceksiniz hem de süreç öyle bir süreç ki o kişiliğin dağılması gerekli. Sonu baştan belli bir oyun misali… Sanırım mesele de oyunu bilmek değil, oyunu oynamak. Yani deneyim…
Platform filmini izledim ve sembolik mesajlarını toplumsal göndermeler ve insanın toplum karşısında aldığı konum olarak yorumladım. Fakat benliğin katmanları açısından da bu gözle izleyeceğim. Tekrardan çok teşekkürler. 🙂
Oradaki çocuğun kendilik olduğu varsayımıyla baslayinoyunu çocuk kuruyor aslında.. onun hayali dünyasının platform olduğunu düşünmüştüm ilk izlediğimde…onu arayan kendinden geçmiş bir anne tasavvuru miharu lâkin baba figürü isaisa hem babasıdır hemde kocasıdır karışır gerceklikte…kendini miharunun kızı olarak hayal ederken kendini kurtaranin erkek olması gerekmektedir…filmin yönetmeni erkek olduğu için.. onun içindeki kız çocuğunun imgelemidir ve senaryoyu o yazmıştır…cocuklarin yazdığı senaryolarda nedensellik ilkesi .calismaz..cunku çocuk akıl aracılığı ile kendiyle bağ kurmaz..duygular ve dürtüler aracılığı ile bağ kurar…onun için dinlerde tabiatın eğitimi mühimdir.. aklı durdurun kafayı koparın…insan beden ve bedensel duygu ve dürtülerden ibaret bir salınım gösterir.. kimileri der ki akıl buna müdahale edebilir..ben tecrübeme dayanarak insan aklının bu tabii dönüşüme ve eğitime bağlı bir biçimde tekamül ettiği yönünde…digeri zorlamadır…felsefelerdeki erdemlerin çoğu zorlamadır.. ama bir peygamberce bulunan erdemler zorlama değil…tabiiidir..onlarin tabiatları dönüşmüş ve hayvani bitkisel unsurlar “insan” tabiatına evrilmistir…boylece de akılları ozgurlesmistir..akillari farklı bir akla evrilmistir..bu benim gördüğüm ayrımların en mühimi dinsel ve felsefi bakış acıları arasında…tabi aslında bunlar kişisel deneyime göre değişen kanılar…cocugunuz bilmediğini bildiği anda ilim ve hikmet baslarÖbür türlüsü hayal…hayal…hayal…
Cok cok iyi yorum teşekkürler
İlginiz ve yorumunuz için çok çok teşekkürler 🙂
[…] bir filmden bariz bir örnek vermek gerekirse: “Truman Show” filminde yaşadığı tüm şehir sahte bir film seti olan ve bir televizyon programının […]