En büyük kötülük, zorluklara karşı koyamamak zafiyetinden gelir.
-Wolfgang Van Goethe
Aşk mücadelesi değil, mücadele aşkı içinde ol.
-Peyami Safa
Hayatım boyunca hep bırakan biri oldum.
En ufak zorluk ve engel karşısında bıraktım. Farkındalıkla tanıştıktan sonra da tevekkülde olma bilgisini kendimi haklı çıkarmak için kullandım.
“Gördünüz mü? Ben asla zorlamayan biriyim. Bir şey olmadığında hırs yapmayıp bırakıyorum ve böylece nefse uymuyorum.”
diyerek kendimi avuttum. Çünkü bırakınca kendi konfor alanıma geri dönebiliyordum. Zorluklar ve engellerin sebep olduğu baskı ve stres klostrofobisinden kaçmanın yoluydu bırakmak. Oysa bir şey değişmiyordu. Baskı ve stres gitmiyordu bu sözde bırakışla… Manevi bırakış olan kendini daha yüksek, daha yüce, daha güçlü bir şeye teslim etme olgusuyla kaçmayı karıştırdığımı fark etmem çok zaman aldı…
Hayattaki en büyük dilemmalarımdan biri şudur:
İnsan içinden geleni mi yapmalı yoksa hayatın akışı ona ne getirirse onun peşinden mi gitmeli? Eğer içinden geleni yapmalıysa içinden geleni nasıl duyacak? İç sesimizi nasıl duyabiliriz? İç sesimizi duyduk diyelim; onun nefsimiz mi yoksa gerçekten bizi “bütünleyecek”, tamamlayacak, içimizdeki o meşhur boşluk hissini dolduracak olan mı… Nasıl anlayacağız?
Görüldüğü gibi zihin soru sormayı sever ve aldığı cevaplar onu kolay kolay tatmin etmez. Eğer bir defa bu yola girdiyseniz ve zihniniz cevapları almadan susmayacaksa başka yolunuz yoktur. Siz analitik bir zihne sahipsiniz ve aradığı cevapları vermelisiniz. Sağ beyni daha aktif insanlar zaten bu cevaplara ihtiyaç duymazlar. Onlar görmeden de inananlardandır. Gül haç ezoterik örgütü, zamanında sırf bizim gibi analitik zihinlerin maneviyatla tanışması için kurulmuştu ve zihin ile kalbi bütünleştirecek bilgi ve tekniklerle öğrencilerini eğitiyorlardı…
Yukarıdaki soruma yakın bir zamanda hem bilgi olarak hem de deneyim olarak yanıt aldım.
Öncelikle; insan içinden geleni mi yapmalı yoksa hayatın akışı ona ne getirirse onun peşinden mi gitmeli sorusunun hatalı bir soru olduğunu fark ettim. Çünkü ikisi de aynı anlama geliyor… İnsan içinden geleni yaptığında hayatın akışı da içinden gelenle paralel gidecek. Eğer istemediğiniz bir işte çalışıyorsanız ve iş ortamınız sizin içinizi sıkıyorsa bu içinizden gelen de değil hayatın akışının getirdiği de değildir. Bu sadece dünyada yaratmış olduğumuz egomuzun, dünyevi benliğimizin seçimidir ve o sadece dünyevi metalarla kendini tanımlar. Dünyevi benliğimiz arabasının markasıyla, evinin kira mı yoksa kendisinin mi olmasıyla ve prestijli bir işinin olup olmamasıyla kendisine değer biçer. Çünkü ailemiz bize bunu öğretmiştir:
“Toplumda saygı duyulan, iyi bir işi olan, maddi geliri yüksek olan bir birey ol!”
Asıl benliğimizin içinden gelen ile sonradan edindiğimiz egonun istediği birbirini tutmadığında stres ve depresyon başlar. Yani aslında hayatımdaki en büyük sorunun ikinci aşamasının cevabı çok basitmiş. İçinden geleni nasıl duyacağım? Sorusu… Eğer yaptığım şeyden zevk alıyorsam, beni mutlu ediyorsa, heyecanlanıyorsam ya da kendimi ait olduğum yerde hissediyorsam içimden gelen bu demektir. Bu hisleri yaşamadığımda içimden gelen ile yaptığım arasında fark var demektir.
Sorunun son aşaması en zor olanı. Gerçek benimizin sesini duyduk diyelim; onun nefsimiz mi yoksa gerçekten bizi “bütünleyecek”, tamamlayacak, içimizdeki o meşhur boşluk hissini dolduracak olan mı… Nasıl anlayacağız?
İçimizden gelen şey; her şeyi bırakıp bir sanat atölyesi açmak, eşimizden boşanmak, o çok istediğimiz evi almak için banka kredisine girmek ya da sadece sevdiğimize açılmak olabilir. İçimizden gelen şeyi yapamadığımızda sıkıntı duyarız. O halde içimizden gelen doğru olandır, onu yapmalıyız sonuca vardık ama yüksek farkındalık kontrolsüzse bazen şeytan gibidir. Sürekli yanımızda bizle konuşur. “Peki ama istediğin şeyin gerçekten senin istediğin şey mi yoksa bencilce nefsinin istediği şey mi nereden biliyorsun?” Diye sorar… Çünkü insanın içinden bir şeyi çalmak da gelebilir, birine zarar vermek de… Bunu isteyen kim? Diye kendimize sormamız çok doğal. Bunun da formülü şu: Eğer içinizden gelen istek kimseye zarar vermiyor; hem başkalarına hem de dünyaya fayda sağlıyorsa, üstüne üstlük sizi mutlu ve tamamlanmış hissettiriyorsa bu içinizde gelen, gerçek benliğinizin sesidir.
Sadece onu dinlemeniz gerekir.
Kendinizi dinlemeniz ve neyden haz aldığınızı bulmanız, varoluşunuzun amacını gerçekleştirmektir. Bu dünyada şu anda yaşayan hiç kimse kendi göz rengini, yüz tipini, boyunu ya da ailesini seçemeden bu dünyada yaşamaya başladı. Neden böyle devam etmesin? Neden ilk 9 aydan sonra seçim yapmaya başlayalım?
Seçim diye bir şey yoksa eğer sadece içimizde zaten var olan potansiyele izin verip onun gerçekleşmesini sağlamalıyız. Yani sadece izin vermek, engel olmamak yetiyor.
Peki bırakmak ve mücadele ile ilişkisi nedir tüm bunların?
Bu güne dek sahip olduğunuz hayat sizi mutlu, ait ya da tamamlanmış hissettirmiyorsa bir mücadeleye girişmeniz gerektir. Bu öyle bir mücadele ki aslında bırakış demek. Mücadele ettikçe bırakacaksınız. Bunu ilk idrak ettiğimde çok şaşırmıştım çünkü bu iki kavram birbirinin zıttıydı. Oysa zıtlıklar bir bütünün parçalarından ibaretse eğer çok da şaşılmaması gerek. Mevcut durumdan çıkıp gerçekte içimizden geleni yapmaya başlamak ve içimizden gelenin salıverilmesini sağlamak, bırakmak için mücadele etmek gerekiyor. Kendimizi tanımladığımız şeyleri bırakmak, korkularımızı bırakmak ve akışta olmak için, kapıları açmak için mücadele gerekiyor. Bu ilk mücadeleden sonra gerisi zaten akış. Gerisi sadece içinden geleni yapmak ve haz almak.
Bu olduğunda sadece siz değil çevreniz ve dünya da değişmeye başlayacak. Sadece mutluluğu seçerek mutluluk yaratacaksınız ve mutluluğu seçmek aslında bir seçim bile değil. Doğal hal bu. Sadece yeniden senkronize olmak için mücadele gerekiyor.
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Reblogged this on tabletkitabesi.
Bu sıralar donuk bir buz kütlesi gibiyim.. Elimdekilerle mutlu olmayan..korkak.. endişeli..takıntılı..
bir karar veriyorum sonar o kararı sorguluyor acab demekten kararı durduruyorum. ne öyle ne böyleyim.
akışa bırakamıyorum.kesin bişiler yapmam gerek diye düşünüyorum….çok açık yazamadım gerçi özel bir durumumla ilgli diye.. ya şöyle olursa ya böyle olursa demekten hayatım geçti gidiyor sanki…
Sizi çok iyi anlıyorum. Çoğumuzun düştüğü handikaptır bu. Zihin sürekli sorgular. Sorgulayacak hiç bir şey bulamazsa “acaba ben bunu neden yapıyorum, çok mu bencilim?” diye sorgulayıp kendini yargılamaya başlar. Eğer bu aralar dediğiniz gibi huzursuzsanız sadece bir çılgınlık yapıp sorgulama kesimlerini atın isteğinizin ve harekete geçin. Kaybedecek neyim var? diye düşünmek işinize yarayabilir. Kaybedecek şeyleriniz varsa ve onlar yüzünden huzursuzsanız, harekete geçemiyorsanız onların farkına varın ve yüklerinizi bir balondan atar gibi atın. Kaybedecek şeyler ve yüklerdir bizi huzursuz eden.
Bu içten paylaşımınız için teşekkür ederim. Şu an ki BEN-liğime tercüman oldunuz. The Revolver (Tabanca) filmini aklıma getirdiniz. Aynı vurucu etki…”Mücadele ettikçe bırakacaksınız.”
Rica ederim, ben teşekkür ederim katkınız ve film hatırlatmanız için. Evet oradaki zamansal temada, tekrar eden döngüyü kırmak için bir mücadele vurgusu vardı. Güzel örnek 🙂
Gerçekten çok güzel bir yazı. Kaleminize sağlık.
Bence mücadele kesinlikle gerekli. Mücadele etmezsek, yeni bir deneyim yaşama şansımız olmuyor, deneyim olmadan da değişme şansımız olmuyor. Mücadele etmezsek hep aynı insan olarak kalmaya mahkum oluruz. Tabii burada değinmek istediğiniz noktayı anladım, sürekli hayatın akışına karşı mücadele etmeli miyiz? Hayata karşı mücadele edersek, hayatla uyumu nasıl yakalayabiliriz? Bence o mücadelenin kendisi bir uyum. Hayatın güzelliği bu, mücadele edip deneyim yaşamak, öğrenmek, gelişmek, değişmek.
Sevgiler
Çok ince bir noktaya değinmişsin Meral. Haklısın mücadelenin kendisi bir uyum, bir dengelenme süreci. Dünyaya düştüğümüz andan itibaren zaten biz istesek de istemesek de mücadele başlıyor. Tekrar o tekilliğe birliğe ulaşmak için mücadele veriyoruz.
Nerede kiminle dünyaya geldiğini seçmediği halde zenginlik içinde doğan, ya da afrika da aç ve engelli doğan insanların durumu nedir? “Bir dahaki hayatlarında” dengelenecek mi? Hayatı basit bir tiyatro oyununa indirgemek tuzu kuru olana kolay tabi…
Merhabalar ve değerli yorumunuz için teşekkürler 🙂
Her ne kadar bunu söylememin bir anlamı olmasa da gene de açıklayıcı olmak adına belirteyim ki, kişisel olarak tuzu kuru biri değilim. Sigortası dahi olmayan bir işsizim 🙂 Olay hangi koşul içerisinde dünyaya geldiğimiz değil, mevcut koşul içinde nasıl davrandığımız… Derler ya; bir insanı tanımak istiyorsan ona güç ver… Zayıf, elinde maddi gücü olmayan birine güç verdiğinizde onun o güçle ne yapacağıdır aslolan. O nedenle Shakespeare gayet de doğru söylemiştir: “Hayat bir oyun sahnesi, bizler de oyuncuyuz.”
Bir dahaki hayatlarında dengelenecek mi diye sormanız, sizin zenginliği, maddi refahı yüksek bir yerlere koyduğunuzu gösteriyor. Dünyanın en mutlu ülkesi araştırmalara göre dünyanın en fakir ülkesi olan Gana çıktı. Dünyanın en mutsuz ülkesi ise iskandinav ülkeleri. Norveç vs… Nitekim buralar dünyanın en zengin ülkeleri ve en çok intihar oranı görünen ülkeler. O nedenle her şey siyah ve beyaz değil.
Çok yoruyor. Belirsizlik çok yoruyor. Sonsuz olasılıklar zinciri çok yoruyor. Ne yapacağını bilememek çok yoruyor. Dayanacak güç arıyorsun. Zaman geçiyor ihtimaller hâlâ var olmaya devam ediyor. Yorulmaya başlıyorsun. Mücadele edecek güç arıyorsun. Ardından bırakmak istiyorsun. Artık sonuçlansın diyorsun. Artık bitsin istiyorsun.
Bu nedir sizce.
Sabırsızlık 🙂
Akışta olsaydınız eğer şöyle derdiniz: her şey oluş içerisinde ve ne olursa olsun sadece olmakta. Hayat bir akarsu gibi akmakta… Neyi beklemekten yorulduğumuzu belirleyip beklemeyi bırakmak ya da onun üstüne gitmek gerek belki de. Burada bu yazıda anlatmaya çalıştığım şey de bu. Bırakmak için mücadele etmek gerekiyor.
Neyi beklemekten yorulduğunuzu belirleyip beklemeyi bırakmak teslimiyet oluyor sanırım. Belki de gerçekten istemek niyet edip sessiz kalmak ve teslim olmakla mümkün.
Doğru bildiğimiz yanlışlar uğruna verilen mücadele. Belkide yanlışların doğru olmadığını kavramak için yaşanılan sancılar.
Taşlar yerine oturmaya başladı. Çarklar kusursuz işliyor.
Reblogged this on Bir de benden dinle….
Yazıyı bir kez daha okudum. İçimizden gelen ses mi yoksa egomu ayırımı yaparken “bu sevgi mi?” “bunda sevgi var mı?” diye soranlar var. Öyle okumuştum bir yerlerde. hep okuyorum bu sıralar 🙂
Hoşgeldin, ne de iyi ettin sesli düşünerek, düşüncelerini paylaşarak… 🙂 Haklısın, bazı sembolik atıflarım ya da benzetmelerim kendi bilinçaltımı dışarı vurduğundan mütevellit bazen aşırı yüklenebiliyorum arayışta olan bizlere, nefsimize… Oysa herşeyle barış içinde bütün olmamız gerek. Işık tuttuğun için teşekkürler 🙂 Diğer yazılarda da tutacağın ışıkla aydınlanmak isteriz. Keyifli okumalar 🙂
güzel ve farklı ifadelerle bir anlatım olmuş. bize ait olan potansiyel bohçasını açmaya okumaya ve onun için mücadele etmeye başladığımızda geçmişi salıvermek elzem, bu bazen biraz sancılı acılı da olsa ve terk edilmesi gerekenler terk edildikçe yeni daha hızla ortaya çıkıyor. herkese bu aşamada Allahtan sabır ve sebat dilerim