Eser’in Sanatçıyı Aşması

Ortalama okuma süresi 7 dk.

Bir tapınaktır doğa, sütunları canlı
Anlaşılmaz sözler duyulur zaman zaman
Sembol ormanları içinden geçer insan
Tanıdık bakışlar süzer gibidir sizi

Bir derin, bir karanlık birlik içinde
Aydınlık kadar sonsuz, gece kadar geniş
Uzaktan söyleşen uzun yankılar gibi
Renkler, sesler, kokular karışır birbirine

Kokular vardır çocuk tenlerinden taze
Obua sesinden tatlı, çayır gibi yeşil
Kokular da vardır azgın, zengin, gürül gürül

İnsana sonsuz şeylerin tadını veren
Misk, amber, aselbent, buhur gibi kokular
Duyuları, düşünceyi alıp götüren

Çoklukta Birlik Şiiri / Charles Baudelaire

Etkilendin…

Hayatın boyunca pek çok şeyden etkilendin.

Bazen bir filmin final sahnesi, bazen de bir müzik ya da klibi, kelimelere dökemediğin hislere  tercüman oldular. İçindeki “şey”’i dışarı çıkarttılar. İçindekinin dışarı çıkma hazzını yaşadıkça ağladın, güldün. Hayattan zevk aldın.

Yazarları, yönetmenleri takip ettin. Bazı sanatçılara insanüstü bir hayranlık duydun. Çünkü onların eserlerinde içindeki tarifsiz açlıkları besledin. Hiçbir paranın satın alamayacağı, hiçbir unvan ya da kariyerin ulaşamayacağı manevi tatminleri yaşadın. İçten içe biliyorsun ki bu hayat, yaşamak ya da insan olmak maddi ihtiyaçları karşılamanın ötesinde bir “deneyim”.

Bir fotoğrafa bakıp onu çekene ya da bir resme bakıp onu çizene hayranlık duydun. Peki hiç bir ağaca bakıp hayranlık duydun mu? Bir nehre bakıp suyun taşlara çarpa çarpa ilerleyişinden haz duydun mu? Sonbaharda rüzgar estikçe yağmur gibi yağan sarı kızıl yaprakların altında durup o manzaradan hiçbir orgazmın ya da başka maddi zevklerin ulaşamayacağı hazları yaşadın mı?

Peki ya hiç görmediğin, bilmediğin, varlığını tarif dahi edemeyeceğin bir şeyden haz aldın mı?..

Sanatçılara eserleri için hayranlık duyarız çünkü içimizde anlatamadığımız şeyleri anlatırlar. Aslında yeni bir şey öğrenmeyiz. O nedenle her sanatçıyı herkes sevmez. Çok sevdiğiniz bir filmi acımasızca eleştiren arkadaşınızı düşünün. Ya da çok zevk aldığınız bir müzikten nefret eden bir tanıdığınızı. Ne sanatçı kötü bir eser üretmiştir ne de arkadaşınız zevksizdir… Sadece her eser bir radyo frekansı gibidir. Bazı kişiler çok doğal olarak bazı frekansları alamaz çünkü onların başka frekansları alması gerekiyordur. Buna evrenin çeşitliliğinde de rastlarız. Evren sadece tek bir atomdan ya da hücreden oluşabilecekken neden onlarca molekülü ve sonsuz sayıda ve çeşitlilikte canlıyı yaratmış ki? Çünkü bu çeşitlilik varoluş sürecinin doğal bir sonucu. Bu perspektiften baktığınız sizin sevdiğiniz bir şeyi başkasının sevmemesi artık çok daha anlaşılır ve doğal gelecektir. Hatta bu güzel bir şey bile.

Her sanatçı aslında başkaları beğensin diye değil kendi içinden gelen yaratma isteğini tatmin etmek için eser üretir. Yazar keyfinden yazmaz. Bir sıkıntısı vardır ve onu boşaltması gerekir. Ressam öfkesini, hüznünü, neşesini tuvale çarpar. Yani eser yaratım sürecinde mutlaka sanatçıyı güdüleyen bir duygu var gibi görünüyor. Eser ortaya çıktıktan sonra ise izleyicisi ile buluştuğunda aslında olan şey sadece aynı duyguları paylaşan insanların eser üzerinde buluşması ve birbirlerine tercüman olması oluyor. O nedenle mesela “Mabel Matiz” dinleyen iki insan birbirini bulduğunda iyi anlaşabiliyor çünkü sanatçının içindekileri yansıtış şeklinden dinleyici kendi duygularına bir kapı aralıyor ve aynı kapıyı aralayanlar arasında bir frekans oluşuyor.

Buna işaretleme de diyebiliriz. O nedenle sembolizm bu kadar önemli bir ekol. Sözlerle ifade edilemeyecek pek çok hissi tek bir esere döküp o eserle işaretleyebiliriz. O eser bir sembole dönüşür ve artık o eseri / sembolü görenler arasında gizli bir şifreli iletişim şekli gelişir. Mesela barış sembolü gibi. Ya da hayat ağacı sembolü gibi. Bu sembolün derinliklerine inenler karşılaştıkları bilgilerle duygusal açılımlar yaşarlar ve belirli bir frekansa girerler. Tohumun ağaca dönüşmesi, ağacın meyve vermesi ve tekrar tohuma dönüşmesi. Tohumda çokluğun çoklukta tohumun verisinin saklı olması ve daha nice açılım…

Peki ortada sanatçısı olmayan bir eser varsa kime hayranlık duyarız? Bazıları buna tanrı der, bazıları Allah ya da hiçbir şeye inanmasa bile insanlar bir tür gücün olduğunu hissederler. Hiçbir insan  müdahalesinin olmadığı bir ırmağın kenarında su içen ceylanı görmek ve ceylandaki, ağaçların gövdesindeki, kayalardaki renk uyumundan etkilenmek eminim bu bloğun az sayıdaki özel okurlarının başına çokça gelen bir histir. Bazı insanlar böyle güzel doğa ortamlarına girdiğinde sadece orayı kirletmeyi düşünürken bazılarımız da o görüntülerden haz duyarız. Demek ki muazzam bir doğa manzarasından haz duyduğumuzda içimizdeki bir duygunun dışarıdaki yansımasını görürüz. Tıpkı bir filmin duygu yüklü finalinde ağlamamız gibi. Ağlama sebebimiz aslında o filmin final sahnesinde yaşanan duyguları kendi içimizde de bulmamızdır. Doğaya bakıp haz aldığımızda, bir kuşun kanadındaki sanata, “işçiliğe” bakıp etkilendiğimizde, bir dağın heybeti karşısında gözlerimizi alamadığımızda da aslında yaşadığımız şey bu katharsistir. Yani Özdeşlik kurmak, bağ kurmak ve hislerimizin tercümesi.

Duygu yüklü bir filmde ya da müzikte bu duygusal boşalımın yaşanmasını anlamak kolay fakat neden ağaca taşa toprağa bakarken bu hisleri yaşıyoruz diye düşündüğümüzde bizi şu noktaya götürür: Sanatçı ile ortak duyguları paylaşıyoruz. 🙂

Estetik, güzellik gibi kavramların tartışmaları neredeyse insanlık tarihiyle bir olsa da burada masaya yatırdığımız olgu güzellik nedir ve bizi ne etkiler sorusu değil. Sanatçı, eseri ve izleyicisi arasındaki ilişki. Somut dünyada hayranı olduğunuz sanatçılarla aranızdaki bağdan bunu anlayabiliyorsunuz. Fakat doğadaki insan eli değmemiş sanat ile sanatçısı arasında nasıl bir bağ kurabiliriz?

Matrix filmini ilk izlediğimden beri (ergenlik yıllarıma denk gelir) hayatta tek istediğim şey ilk filmdeki o malum sahneyi yaşamaktı: “Neo’nun aydınlanıp tüm evreni akan sıfır ve birler halinde görmesi.” Hayatın arka planındaki kodları bu denli net görmek, işleyiş sistematiğini çözmek ve hatta belki de “hacklemek” istiyordum. Çünkü hayat bir kafesti ve bu kafesten çıkmam gerekiyordu. Nitekim tam olmasa da neredeyse matrixteki o sahnedeki gibi bir anlayış seviyesinde evrenin sistematiğinin hasbelkader farkına vardım   / devam ediyorum. Fakat yıllar içinde anladım ki hayatın kodlarını görmeye çalışmak beyhude bir çaba. Aksine atom altı parçacıklarına inmeden olduğu haliyle ve bu güzellikle bu esere bakmak gerekiyor. Çünkü tıpkı bilim insanlarının laboratuvarlarda atomun en küçük parçalarına indikçe onun kendisini yok etmesi / kaybetmesi gibi hayatın da derinliklerine inip onu parçalarına ayırmaya ve öyle anlamaya kalktığınızda hayat sizin için yok oluyor. Faust romanında Faust’un hayatı gibi… Yıllarını hakikati aramakla geçirmiş fakat elinde boşa geçmiş koca bir ömürle kalakalmıştı…

O nedenle bazen geri çekilip sanatın bizzat kendisine bakmak gerekiyor. Çünkü asıl giz ve hakikat sanatın kendisinde. Eserin nasıl yapıldığının tekniğinde ya da makine dairesinde değil.

Nasıl ki bir sanat eserine baktığınızda önce sanatçıyı sonra da aslında kendinizi görüyor ve o duyguları yaşıyorsanız; yaşamın bizzat kendisine baktığınızda da sanatçıyı göreceksiniz. Ardından o sanatçının  sizden çok da uzakta olmadığını, bizzat içinizde olduğunu görüp o aşkın, tarifsiz duyguları yaşayacaksınız.

Ve anlayacaksınız… Sanatçı yaratmak istiyor. OL’durmak istiyor. Siz de kendi içinizdeki sanatçıyı, yaratıcıyı göreceksiniz.

Onu gördüğünüzde siz de yaratmaya başlayacaksınız. Başka gözlemcilere ilham  olacaksınız. Aslında onun kalemi olacaksınız.

O nedenle “ikra”. O nedenle “oku”. 🙂 İçindekini oku, senin için sanatçının yazdığını oku ve okudukça aslında sen de yaz. Kendi hikayeni. Kendi hayatını. Hem sanatçının yolundan git hem de sanatçının kendisi ol.

Taa ki eser sanatçıyı aşana dek. Eserin seni aşana dek.

Zamanın, mekanın ötesinde…

🙂


Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

7 yorum yapılmış, sen de yazsana :)

  1. güsel bi yazıyla kendinizi ifade etmişsiniz..sanatçının eserinden etkilenip, yaşamadığınız daha önce tecrübe etmediğiniz ve etmenizinde biraz imkansız olduğu, sanatçıya ait ona has bi hissi; mesela yaşanılan zamana ters bi cinsel kimlik de olup, kendini saklayıp sahte bi insan yaratıp o insanla yaşarken yani yaşayamazken, manevi bi acı çekmek, yanlızlık çekmek, anlaşılamamak gibi hislerle artık yaşayamaz ve nefes alamadığı bi an da yapılan bi müzik, müziğe de bunu işlemesiyle, alakasız bi insanın bu besteyi dinleyip o hayatı o anı kendi yaşıyormuş gibi hissetmesi acıya dayanamayıp ağlaması..Frédéric Chopin bi bestesi mesela..o kadar çok sanatçı diye adledilen insan var ki sayı çok fazla, gerçekte ise sayı o kadar az ki..chopin kendinde olanı müziğine vermiş, ölmüş aradan 150 küsür yıl geçmiş bağırarak dünyaya haykırmak istediği hisleri hala yaşıyor, bunu hissedenler var, bi nevi ölümsüz olmuş bestesiyle.. chopin anlaşılabilmek istemiş ve bi eser yaratmış.yaratanda evreni yaratmış, ne niyetle ne amaçla neden yaratmış? yaratanın eseri olan evrene, evrenin içindekilere bakıp bunu anlamaya çalışmak, sorgulamak refleks gibi bişi. chopinin bestesini her dinleyen benle aynı hisleri yaşamayabilir veya yaşayabilir.. yaratanı anlama konusu da öyle evrene dünyaya insanlara ağaçlara bakan her gönül aynı manayı görmeyebilir, farklı manalar da edinebilir. bu yolda belki kuru yere düşmüş yapraklara bakan bi gönülün içinde bi ışıkda yanabilir.. bi başkasıda bilimsel alanda bi keşifle o ışığı edinebilir, bi başkası dini yoldan o ışığı edinebilir.. niyetler aynı yollar farklı ve çeşit çeşit olsa da yolların çıktığı sonuç hep aynıdır..

    • Kesinlikle. Westworld dizisinin bir bölümünde Anthony Hopkins şöyle bir replik söyler: “Mozart, Beethoven ve Chopin asla ölmedi. Sadece müziğe dönüştüler.” 🙂 O nedenle çok güzel yakalamışsınız. Evet, sanatçı bir anlamda ölümsüz olmak istiyor. Kendi TEDx konuşmamda da bu ölümsüz olma / sonsuza ulaşma isteğinden biraz söz etmiştim. (https://youtu.be/-5oMkyLvu9k)

      Böylece kendi acılarını, tarifsiz hislerini de sonsuza taşıyıp tarih boyunca başkalarına ayna oluyor. Anlamak ve anlaşılmak da burada anahtar kelimelerden biri…

  2. anlamak ve anlaşılmak kısmına siz anahtar demişsiniz güsel benzetme.. bana da alıcı ve iletici tarzı sistem olduğunu farzetmeme sebep oluyor..bazı insanlar veya ruhlar alıcı (anlamada yüksek-iletme de düşük)bazıları iletici(anlatmada,öğretmede yüksek-anlamada düşük).. öle bi yetenek mi desem yapısı desem öyle bi ruhiyet var.. mesela siz ileticisiniz, bu blog yazılarınız sizde olanı verme arzusunda ve varolan bilginizin teyitlenmesi, üstüne başka bakış açılarıyla edilen bilgiyi edinme vs. gibi.. tedx konuşmanızı da dinledim, yüksek enerjiye sahip birisiniz ve içinizde ki bu enerji ortamın durumundan etkilenip, alıcı ruhunuzu yükselmiş iletme azalmış ve sizi zorlamış gibi..yorumum da haddimi aşmamışımdır umarım.. 🙂 sevgiyle..

    • Doğrudur, herkese de söylerim bunu; içerik anlamında muazzam ama sunum anlamında berbat bir konuşmaydı TEDx konuşmam. 🙂 Hayatımda ilk defa sahneye çıkmış olmamın da etkisi var. Ben yazıda daha iyiyim. Ondan kaynaklı.

  3. Yani siz fazla optimist birisiniz belki de. Veyahut ben bazı konuları Aşmakta zorluk çekeceğim. Bu yazınızda içinde kötülük barındıran insanlara da olumlu bakmak zorunda kalacağım hayatın çeşitliliğine olumlu bakabilmek için. Eline tek kitap alıp okumamış fakat aydın insanları eleştiren yığınla insanlar var. Şarkı söylememiş, enstruman çalmamış, şiir yazmamış fakat sevmediğini söyleyen hatta bu insanlardan da nefret eden kişiler frekansı yakalayamadığı ve böyle olması gerektiği içinse Kabul etmek zor kötü diye adlandırdığımız şey nedir o halde? Eserlerin içinde çocuk cinayetleri, tecavüzleri, uyuşturucuya meyil etme gibi yaratımlar da olabiliyor bunlara özenenlerde. Yani zıtlıkları olgunlukla karşılamak çok güç Bazen. Ayrıca okumuş kafa patlatmış insanların yazdıkları, söylemleri de diğer x grubun algılarına girmemesi çok üzücü. Çünkü sadece onu anlayanlar için yazmıyorlar bu insanlar eserlerini ya da öyle olmamalı bence çünkü öğreticiler de var. Yani bu frekans meslesi her alanda her madde de var. Siz bir ceylanın dereden su içerken sürmeli gözlerinde sanatcıyı bulmak isterken diğeri hitlerin gözünde tanrıyı buluyor. Bize gözyaşlarına, iniltilere, feryatlara sebep olan frekansta dolaşmamıza sebep olan şeyleri nasıl kabul ettireceğiz. Veyahut bu algıda seçicilikten cıkıp diğerlerinin bu frekans içinde yaşamalarını huşu içinde kabul etmek için daha cok bencil olmak mı gerekir:) kafam karışık tekil düşünemiyorum konudan sapmış olabilirim belki anlatmak istediğimi de anlatamamış olabilirim . Fakat insanların beyninin gelişmesi en kötü şeydi galiba

    • Yo gayet anladım sizi. Haklısınız yazım eksik olmuş. Odaklandığım asıl konu doğaya ve yaşama bakıp eseri bir sanatçının eseriymişcesine gözlemlemek yani gözlemci olmak olduğu için iyi-kötü dualitesine girmedim bu yazıda. Nitekim dualite ile ilgili çok fazla yazım var blogta. “Dualitenin Çöküşü” yazımı okuyabilirsiniz tam da bahsettiğiniz konuda. 🙂

      Kötülük yapan ya da kendini geliştirmemiş insanlara da elbette ulaşacağız fakat zaten sistem öyle bir ilerliyor ki insanlar kademe kademe frekanstan frekansa yükseliyor. Bu konuda şu somut örneği vermeyi çok severim: Bir tasavvuf eğitmeni vardı. Kendisine gelen öğrencilere kendi perspektifinden tasavvuf dersleri verirdi. Hakikatten de insanlar çok etkilenirdi. Fakat birkaç yıl sonra bazı öğrenciler eğitmene daha derin sorular sorduklarında eğitmen kaçamak cevaplar verir ya da siz henüz o aşamada değilsiniz tarzı cevaplarla savuştururdu. Artık cevapların yetersiz geldiğini anlayan öğrenciler de o eğitmeni bırakır başka eğitmene geçerlerdi. Belki de daha yüksek frekanslı bir eğitmene. Fakat bu demek değil ki diğer eğitmen tü kaka… O da öğrencileri belirli bir noktaya kadar getirmekle mükellefmiş demek ki. Yani yüksek düşük gibi kavramlar aslında iyi ve kötüyü temsil eden kavramlar değil. Sadece isimlendirme. Yoksa hepimiz zaten tek hücreli canlılardan geldik. Ya da daha düşük frekanslı bilinç hallerinden evrildik ve halen evriliyoruz. Birine düşük frekanslı diyebilirsiniz fakat sizden kat kat yüksek frekanslı bir varlığa göre de siz düşük kalırsınız. O nedenle bu düşük yüksek ya da iyi kötü kavramlarına çok takılmamak gerek. Yargısız olmak önemli. Birine sen cahilsin dersek tüm cahiller örgütlenir. (bknz: günümüz Türkiye siyaseti) Fakat onu önce olduğu haliyle kabul edersek ardından bizi dinlemeye başlar. Benim bakış açım bu yönde. 🙂 Yoksa polyannacı değilim. Sadece çözüm odaklıyım diyelim.

  4. Gayet iyi anladım sizi yazılarınızı ilgi ve merakla takip ediyorum. Daim olsun

Lütfen düşüncelerini yaz, bu yorum alanı senin için :)