30 Ekim 2020’de yaşadığımız 7.0 büyüklüğündeki İzmir depreminde özellikle İzmir’liler olarak hep birlikte ortak bir deneyim yaşadık: Ölüme yakın olma deneyimi. Fakat asıl bundan daha etkileyici bir başka duyguyla yüzleştik: Klostrofobi. Bir İzmir’li olarak bu yaşadığımız ortak deneyimi aktarmaya çalışacak, geçmişte, İstanbul ya da başka deprem bölgelerinde benzer durumu yaşayanların duygularına tercüman olmaya çalışacak ve bu deneyimin içimizdeki mikro evren açısından bizi nasıl etkilediğini incelemeye çalışacağım.
Depremi deneyimleyen ve klostrofobiden müzdarip biri olarak, deprem esnasında özellikle şiddetlenip sadece binayı değil tüm bedenimizi sallamaya başladığında aklıma gelen tek şey göçük altında kalmak oldu. Ölüm kolay olandı. Asıl korku, panik, endişe göçük altında kalmak… Bundan bir ay kadar önce aracımla kaza yapıp ters dönmüş araçtan çıkmaya çalışırken de aynı klostrofobik duyguyu deneyimlemiştim. Kapının açılmayacağını sanıp bağırmaya başlamıştım oysa ki kapının açılmasına gerek yoktu. Cam benim için kırılmıştı ve çok rahat bir şekilde arabanın kapısındaki pencereden çıkmıştım. Yani korkunun kendisi durumdan daha korkutucu.
Bir hafta kadar önce de covid pozitif olduğumu öğrendim ve karantinadaydım. Klostrofobi sahibi biri için bir başka vakaydı 55 metrekare bir evde 10 gün geçirmek. Semptomsuz fakat sıfır tat ve koku ile karantina sürecimi geçirirken depreme yakalandım. Deprem ve deprem sebebiyle oluşabilecek göçük altında kalma tehlikesi klostrofobik olayların muhtemelen en büyüğü. Çünkü üzerinizde tonlarca ağırlıkta bir yükle tamamen karanlık ve sadece bedeninizin sığdığı bir alanda sıkışıp kalmak gerçekten hayal etmesi bile ürpertici fakat bunu özellikle detaylı yazıyorum ki göçük altında kalan, bazıları kurtarılan bazıları da vefat eden kişilerin yaşadıklarıyla empati kuralım ve bir şeyleri öğrenmek için illa onu deneyimlemek zorunda kalmayalım. Empati; doğru kurulduğunda deneyimle eşdeğerdir. Yani bu yazıları hissederek okuduğunuzda bir deneyim yaşarsınız.
Depremin sarsıcı gücü o kadar kuvvetliydi ki, bu depremi yaşayan kime sorarsanız sorun şu cevabı alacaksınız: “Bina üzerimize yıkılacak zannettik ve kendimizi buna hazırladık.” Gerçekten de ortak bir deneyim yaşadık derken bunu kastediyordum. Herkes bunu hissetti. Ben de bu hisler içinde binanın üzerime düşmesini bekledim, hatta bir ara klostrofobi korkusu ağır bastı ve balkona yöneldim. Birinci katta olduğum için binanın yıkılması esnasındaki alçalma hareketiyle atlamayı planladım. Tıpkı ters dönen arabanın altında yaşadığım gereksiz panik gibi… Yaşamayanlar için söz konusu duygunun yani binanın yıkılacak olması ve göçük altında kalacak olmanız duygusunun ne kadar güçlü olduğunu buradan anlayabilirsiniz.
O an hissettiğim duygu depremin geçmesiyle ve binaya korktuğum gibi hiçbir şey olmamasıyla gitti fakat kalıntıları kaldı. Çünkü kalıntılar altında canlarımız kaldı… Tüm Türkiye göçük altında kalanlarla tek yürek olduk. Bu sefer bir başka duyguyu ortak deneyimledik: Umut. Kurtarılan kişilerin saatlerce kaldıkları o dar, sıkışık, sıfır boşluklu, tozlu ve karanlık yerleri gördüğümde bu hisle tekrar yüzleştim: Klostrofobi. Kendimi onlar yerine koydum ve korktuğum şeyi kendi içimde yaşatmaya çalıştım. Çünkü korkuların tek tedavisi vardır: Üstüne gitmek. Ne de olsa trafik kazası, pandemi ve depremin kendi adıma tek ortak yanı vardı: Klostrofobi.
Gelin bunu birlikte deneyimleyelim. Zihninizde kendinizi kapalı bir hücreye koyun. İçinde sadece bir sandalyenin sığacağı büyüklükte bir oda. Odanın tek kapısı var ve kapının akahtarını size verip kapıyı kapatıyorlar. İçeride karanlıkta oturuyorsunuz. Muhtemelen çok da korkmazsınız. Çünkü anahtar sizde. Hatta arada denersiniz ve anahtarın çalıştığını görünce daha da uzun süre içeride kalabilirsiniz. Demek ki kontrol sizdeyken kapalı alanda kalmak çok da sorun değil.
Aynı durumda size anahtar verilmeden üzerinize kilitlenip gidilse fakat 1 saat sonra açılacağı söylense bu sefer stres başlar ama bir saat sonrası için içinizde bir umut vardır. O umuda sarılırsınız ve dayanabilirsiniz.
Fakat anahtar size verilmeden üzerinize kilit vurulsa ve ne zaman açılacağı da söylenmese o karanlık üzerinize üzerinize gelir ve sizi boğar.
Demek ki klostrofobide mesele mekan değil. Mekan dar olduğu için sıkılmıyoruz. Mesele kontrol ve bilgi meselesi. Elimizde ne kadar bilgi olduğu ve kontrolün bizde olup olmadığı ruh halimizi belirliyor. Göçük altında kalan biri için hiçbir bilgi ve kontrol yok. Dışarıda ne olduğu, bulunup bulunmayacağı, ne kadar ömrü olduğu gibi şeyleri bilmeden bekliyor. Doğal olarak tonlarca betonun altında fiziksel bir kontrolü de söz konusu değil. Yukarıda umuttan söz etmiştik. Eğer bazı veriler olsaydı elinde umudu da olurdu. Bilgi de yokken nasıl umut edebilirsiniz?
Yaşama güdüsüyle. Yaşama olan tutkunuz, bağlılığınız aslında verilerin en büyüğüdür. O tutku insana hiçbir başka verinin veremeyeceği bir umudu verir. O halde klostrofobiyi yaratanın mekan olmaması gibi o klostrofobik sıkıntı ve panik halinden bizi kurtaran da somut bir şey değil. Yaşama azmi gibi soyut şeyler…
Mekanı, veriyi, kapıların anahtarlarını bir kenara attığımızda aslında zor durumlarda bizi paniğe iten şeylerin etrafımızdaki somut şeylerin değil soyut şeyler olduğunu anlıyoruz. Hatta biraz daha derine indiğimizde korktuğumuz şeyin aslında kendi içimizdeki bir şey olduğunu görüyoruz. Nasılını açıklayayım…
Yaşadığım trafik kazasındaki panik anımda aslında ters dönmüş dar araba kabininde sıkışıp kalıp, çıkamayıp, çıkmak için kendimi etrafa çarpıp durmaktan korktum. Kendi bedenim bana bir korku verdi. Yani aslında sıkışıp kaldığım şey araba değil, kendi bedenimdi. Ya da yukarıdaki simülasyonda elinizde anahtar ve ne zaman çıkacağınıza dair veri yokken dar kabinde yaşadığınız sıkıntı aslında ne kabinin size bir şey yapacağından ne de karanlığın size saldıracağından… O sıkıntının sebebi bizzat sizsiniz. Kendi bedeniniz kendinize yapay bir sıkıntı veriyor.
Peki çözüm nedir? Bu konuda düşündüğümde ulaştığım tek çözüm “teslimiyet” oldu. Ve bu ilhamı aslında göçük altında kalanları kurtaran arama kurtarma ve sağlık ekiplerinden aldım. Göçük altında kalan “İnci” adındaki 16 yaşındaki kızı kurtaran UMKE personeli “Edanur Doğan” büyük bir soğukkanlılıkla göçük altına inip o an haklı olarak çok korkmuş olan ve “Elimi tutar mısın?” diyen İnci’ye elini uzatmış ve onu o haldeyken hem tedavi etmiş hem de moral vererek korkusunu gidermişti. Bu an bence iki taraf için de insan üstü bir an. Minik İnci yaşama tutkusuyla aslında içinde bulunduğu duruma “teslim” olmuştu. Bu sayede 17 saat boyunca korksa da aklını ve bedenini koruyarak dayanabilmişti. Sağlık görevlisi de içinde bulunduğu duruma teslim oldu ve endişeye kapılmadan hemen İnci’ye müdahale ederek bir ilki gerçekleştirdi; göçük altındaki birine yerinde tıbbi müdahalede bulundu. Eğer korku ve endişeye düşseydi hem fiziksel hem de psikolojik olarak o an İnci’ye doğru müdahaleleri yapamayabilirdi.
Tüm bunlardan kendi adıma çıkardığım şey özetle şunlar oldu:
- İnsana sıkıntı veren şeyler somut şeyler değildir. Bizzat kendimizdir, içimizdeki duygulardır.
- Klostrofobi mekandan bağımsızdır. İnsan kendi kendine bile kendi bedeninde klostrofobi yaşayabilir. Ki yaşadığımız çoğu ruhsal bunalım da kendi bedenimizde sıkışıp kalmaktan kaynaklıdır.
- Ruhsal sıkıntı ve klostrofobilerimizden kurtulmanın yolu teslimiyettir. Teslimiyet arapça “slm” kökünden gelir. Slm de esenlik, sağlıklı, güven, barış, huzur gibi anlamlara gelir. Teslimiyet ise kelime anlamı olarak; sunma, tüm haklarını birine devretme, boyun eğme anlamlarına gelir. “Te” eki etimolojiyle ilgili diğer yazılarımdan da artık öğrendiğiniz üzere kökü fiil haline getiriyor. Örneğin şükür: Minnet, övgü; teşekkür: Minnet duymak, övmek. Bu durumda teslim: esenlikte olmak, güven, b arış, huzur içinde olmak anlamına geliyor. Demek ki biz teslimiyeti kendi içimizde güvenli, huzurlu, kendimiz ve çevremizle barış içinde olarak sağlayabiliriz. Yani formül ortada. ( Evet teslimiyet gibi muazzam soyut ve üzerine binyıllardır ilmi görüşler yazılan bir şeyi bilim insanı gibi formülize ettiğime ben de inanamıyorum ama benim de fıtratım bu; analitik yaklaşım. En soyut şeylere bile. 🙂 )
- Teslimiyet sanıldığı gibi sadece “bırakmak” demek değildir. Göçük altında kalan İnci ile kurtarıcısı Edanur arasındaki ilişki gibi karşılıklıdır. Her iki taraf da teslimdedir ama teslimiyet bir tarafa olduğu yerde sağlık, esenlik ve huzur içinde “kalma” gücü verirken diğer tarafa sağlık, esenlik ve huzur içinde “harekete geçme” gücü verir. Yani teslimiyet yalnızca pasif, edilgen bir olgu değildir.
Teslimiyet iki taraflıysa ve belki de orijin, merkez, bütün, yaratan, bir… Adına her ne dersek O da bize teslimdir. 🙂 Eğer insan kendi bireyselliğinden, kendi bedeninden, kendini sınırlayan şeylerden kurtulup bütüne erişmeye çalışıyorsa o halde teslim olarak bütüne erişebilir. Ve belki de bütün de teslim olarak tüm bu varlığı yaratmıştır, bize erişmiştir…
İki taraf da bütüne ve birbirine teslim olduğunda ne göçük ne klostrofobi ne umutsuzluk kalıyor ve mucizeler gerçekleşiyorsa biz de önce içimizdeki mikro kozmoza sonra etrafımızdaki makro kozmoza, özetle bütüne teslim olduğumuzda kim bilir ne mucizeler gerçekleşir…
Bu ruhsal klostrofobiden çıkarız.
Evrenden, dünyadan, bedenlerimizden, içinde mahsur kaldığımızı sandığımız ters dönmüş arabalarımızın içinden, içimizde mahsur kalan virüslerden, içinde mahsur kaldığımız evlerden ve nihayetinde zihin hücrelerimizden, kafeslerimizden, göçüklerimizden kurtuluruz.
Özgürleşiriz.
Not: 30 Ekim İzmir depreminde hayatını kaybeden ve ebediyete ulaşan tüm canlara Allah’tan rahmet, yakınlarına baş sağlığı ve sabır diliyorum.
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
yani tekliği bütün hücrelerimizde hissedip zihnimizi bedensellik algısından kurtarıp ,bilincimizi parçacık/madde halinden soyut dalga durumuna geçirdiğimizde metafizik ışınlanma(teleportasyon) olayını gerçekleştirip birçok yerde aynı anda, eş zamanlı görünüp(kuantum dolanıklık, süperpozisyon) durumunda bulunabiliriz ve bizim için hayırlı olan ana çıkarız gibi anladım yazınızdan
Aslında siz daha da detayına inmişsiniz teslimiyetin nasıl işliyor olabileceğine dair. 🙂 Bu blogun amacı da biraz bu. Yazarın kastettiği şeylerin ötesine geçmek. O nedenle yazıların ucu biraz açıktır ki yazıları aşan yorumlar gelsin, okur kendini sınırlandırmasın yazıyla. 🙂 Teşekkürler katkınız için.
Evet teslim olduğumuzda eş zamanlılıklar çoğalır çevremizde. İşaretler, güzel tesadüfler artar. Sebebi de bahsettiğiniz o frekansı yakalamak olmalı. Böylece zamanın, mekanın ötesine geçiyoruz. 🙂
Sevgili Ahmet, oncelikle tüm yaşadıkların adına geçmiş olsun. Hepimiz varoluşumuzla ilgili önemli öğretilere gebe olan günlerden geçiyoruz. 2020 öyle tohumlar ekti ki içimize kimbilir gelecekte neler yeşerecek içimizde . Carl Jung ‘in dediği gibi “hiçbir ağaç kökleri cehenneme ulaşmadan cennete kadar uzanamaz.”
Umarım herkes kendi adına bu deneyim sürecini en az hasarla atlatır. Sevgiler
Tam bunu gönderdiğinde aynı anda özel birinden bana gelen mesajın içeriği: “Rabbinize kavuşana kadar sabredin; zira her gelen gün, geçmiş günden daha kötü olacaktır.” 🙂 Eşzamanlılıklar sanırım bir tür doğrulama gayesinde. Çünkü illa acıyla mı öğreti gerçekleşir diye içimde sorgulardım. Sonra farkettim ki evet acı bu ilerlemeyi sağlayan şey fakat acıya nasıl baktığınız aslında acının tanımını değiştiriyor. Yukarıda yazdığım şeyleri üst üste yaşadım ama ne fiziksel ne de ruhsal hiç acı çekmedim. Aksine hem fiziksel hem de ruhsal anlamda güçlendim. “Seni öldürmeyen şey seni güçlendirir” meşhur sözünü birebir yaşadım. Bırak acı çekmeyi zevk aldım ve bir sürü ödülü oldu, ödüllerini topladım. Sanırım bunu teslimiyetle yapabildim. O nedenle teslimiyet üzerine bu yazıyı yazmak istedim.
Seninle aynı dilekleri paylaşıyorum, umarım herkes en az hasarla bu süreçten maksimum öğretileri alarak çıkar.
Vefat edenlere Allah’tan rahmet dilerim, sana da geçmiş olsun..
Allah rahmet eylesin. Çok teşekkürler.
Negatif olan, olumsuzluk ile sonuçlanan herşeyden kurtulmanın tek şartı, kişiyi bütün yanlışlardan uzaklaştıracak olan teslimiyet ile mümkündür. Ancak neye, kime, nasıl teslim olunması gerektiğini de iyi bilmek gerekir.
Olayları, durumları pozitife çevirmek kişinin elinde olan bir durumdur.
Meyve tohumun içinde
Tohum toprağın içinde
Meyve tohuma
Tohum toprağa teslim olmuş.
Sonuçta; Meyve olacak her tohumun, kabuğundan çıkması gereklidir. Yoksa eninde sonunda çürümeye mahkumdur.
Teslimiyet ve kendi potansiyelini açığa çıkarma arasındaki dengeye çok güzel ışık tutmuşsunuz. Kesinlikle bu bir denge meselesi ve teslimiyet doğru idrak edildiğinde aslında insanın öz potansiyelini açığa çıkaran bir eylem.