İşte ‘Evren’in Dili’ni kavrıyorum,” dedi ve bu dünyada her şeyin bir anlamı var, atmacaların uçuşuna varana kadar. Bir kadına duyduğu aşk için, içinde derin bir minnet hissetti: “İnsan sevince,” diye düşündü, “nesneler daha çok anlam kazanıyor.”
-Simyacı / Paulo Coelho
Evren, bir bütündür, tektir. Belki bu yüzden evrende birbiriyle tamamen ilişkisiz iki şey yoktur. İlişkileri görebildiğinizde, evren kalbini açar size.
-Küçük Şeyler / Üstün Dökmen
Bu gezegendeki rolümüz belki de Tanrı’ya tapmak değil, onu yaratmaktır.
-Arthur C. Clarke
Adamın başını önündeki kitaptan kaldırmasına yol açan şey, karşısındaki masada ayağını yere vurarak şarkıya ritim tutan kadındı. Kadın şarkıya ritim tuttukça ayakkabısı inip kalkıyor, ayakkabılarının altındaki spiral sembolü, ayağını indirip kaldırdıkça dönüyor gibi bir illüzyon yaratıyordu. Adam “hangi ayakkabı markası ayakkabı tabanına bir şekil çizer ki” diye düşünürken bir yandan da müziğin ritmi ve dönen spiral karşısında hipnotize olmaya başlıyordu. Adam kafasını dağıtmak ve kendine gelmek için soğumuş kahvesinden bir yudum daha aldı, kitabını kapatıp tüm dikkatini karşısındaki masada oturan bu kadına verdi. “Bir insanı okumak da kitap okumaya benziyor.” diye düşündü. Kadın müziğin ritmiyle uyumlu bir şekilde giderek artan bir hızla elindeki küçük deftere bir şeyler yazıyor, ayağını salladıkça masanın yanında duran, o butik kafelere özgü minyatür ağaç da sallanıyordu. Arada duraksıyor, elmalı kekinden yiyor, bu küçük kafede değil de dünyada kalan son insanmışçasına bir ciddiyetle yazdıklarına bakıyor, karalıyor, baştan yazıyordu.
Gün batarken, basık apartman altı kafesinin mütevazi camlarından giren ışık parçaları kadının kumral saçlarına çarpmaya başlamış, saçlarını kızıl kıvılcımlarla yakmıştı. Bu haliyle; kadın, birazdan yanında oturduğu ağacın altından kalkacak, adama elindeki elmalı keki uzatacak ve bu yasağa davet edecek gibi görünüyordu. Adam, Adem ve Havva fantezisini bir kenara bırakıp ortaya çıkan görüntünün hazzına varmaya devam etti. Kadının kendisinden ziyade, bir insanı böylesine detaylı gözlemlemenin altındaki garip duygu adamı cezbetmişti. “Eğer bir tanrı olsaydım, insanları tam olarak bu şekilde gözlemlerdim…” diye düşündü. Müziğin ritmi giderek artıyor, kadın daha da hararetli bir şeyler yazıyor, ayağının altındaki spiraller dönüyor ve adam bir kafede oturduğunu ve gayet de görünen bir fani olduğunu unuturcasına gözlerini kırpmadan kadına, kadının oluşuna bakıyordu. Müzik bir anda sustuğunda kadın başını aniden kaldırıp adamın gözlerinin içine baktı. Adam aniden çekilen silah gibi vurulduğunu hissetti. Kadın masasından kalkıp adamın yanına yürümeye başladığında adam korkudan ve utançtan tüm kafenin ve başının spiral gibi döndüğünü hissetmeye başlamıştı. Üstelik kadının elinde elmalı kek de yoktu, belli ki bu bir günaha davet değildi ve insanlık çoktan cennet bahçesinden zaten kovulmuştu…
“Ne düşündüğünü biliyorum!” dedi kadın sert bir şekilde. “…ve bu hoşuma gitti, teşekkürler.” Adam, 6cm öteside duran kadının bal rengi gözlerine bakarken bir an konuşamadı, sonrasında kekeleyerek “anlamadım” diyebildi. Yine de masasına davet etmeyi akıl edebilmiş ve kadını buyur etmişti. Kadın defterini masasından alıp adamın yanına geri geldi ve anlatmaya başladı:
“Bana bakıyordun, fark ettim ama gözlerimle değil. Bir şekilde bana bakan ve benle bir bağ kuran insanların düşüncelerini hissedebiliyorum.”
Adamın şaşkınlığı yüzünde alaycı ama korkan bir gülümsemeye dönüşmüştü: “Nasıl? Sen bakmazken biri sana baktığında bunu fark edebiliyor musun yani?”
“Hayır” dedi kadın. “Sadece bana bakmaları yetmez, benim hakkımda düşünmeleri ve bir bağ kurmaları gerekiyor ve sen o bağı kurdun. Bunu açıklamak zor ama şöyle düşün; çift yarık deneyindeki gözlemci etkisini bilirsin. Gözlemci deney sonucunu etkiler. Çift yarık deneyinin yeni yapılan versiyonlarını okuduysan, gözlemcinin sadece deneyin sonucunu etkilemediği, sonuç hakkında önceden belirleyici olduğu da ispatlandı. Yani gözlemcinin, deneyin sonucu hakkındaki öngörüleri, düşünceleri, beklentileri de deneyin sonucunu belirliyor. Ben de bir nevi bu deneydeki elektronlar gibiyim. Bana bakılması ve benim hakkımda spesifik ve derin bir şekilde düşünülmesi, varoluşumu etkiliyor ve ben bunu hissedebiliyorum.”
Adam, karşısında duran ve sanki kırk yıldır birbirini tanıyorlar gibi lafa giren bu kadının sakince konuşması karşısında etkilenmiş, susmasını takip eden derin bir sessizlikle sözlerini kutlamıştı. Yine de şüpheci yanı rahat bırakmadı: “Gözlemci etkisi atomaltı düzeyde görülen bir etki, büyük ölçekte değil. Yine de öyle olsa bile bu herkes için geçerli bir şey, seni özel kılan ve sana bakıldığını ya da senin hakkında düşünüldüğünü fark etmene sebep olan ne?”
Kadın gülümsedi: “Ben özel değilim, ya da herkes özel. Dediğin gibi bu herkes için geçerli. Ben sadece kendi hislerimi dinleme konusunda çok hassasım ve bu doğuştan bir yeti de sayılmaz, aksine yıllarca kendi hislerimden kaçmayıp onları dinlemek, kendi sezgiselliğimi duymak için içsel olarak çalıştım. Yüzde yüz başardım da diyemem, halen içimden gelen hissin, duygunun benim mi yoksa başkasının mı olduğunu çözemediğim zamanlar oluyor. Fakat günün sonunda, kendimi dinleme çalışmalarım, benim hakkımda başkalarının sezgilerini de duymamı sağladı.”
Adam hak vermeye başlamıştı: “Doğru, temelde senin ya da başkasının sezgisi diye bir şey yok, hepsi de beynimizden ve bedenimizden çıkan frekansların oluşturduğu bir veri paketi. Bu veri paketlerini algılayıp yorumlamak aslında bahsettiğin şey. Yani sezgileri dinlemek…”
“Tam olarak bu!” dedi kadın. Sohbetleri o kadar akışkandı ki bir an alacakaranlık gün batımında bir kafede oturan iki yabancı olduklarını unutmuşlardı. Büyüyü bozan telefon sesi oldu. Kadın: “Gitmem lazım, çok geç kaldım.” deyip kalktı ve adam arkasından seslense de yetişemedi…
Günler geçti, adam aynı kafeye dönüp kadını aradı ama izini bulamadı. Kadını tekrar görme isteği gün geçtikçe içerisinde yükseliyor ama hiçbir şey yapamıyordu. Bir gün, aynı kafede kadının oturduğu minyatür ağacın altında yine soğuttuğu kahveyi içmeye çalışırken garson, masasına “bu bizden” diyerek kafenin meşhur elmalı kekinden bıraktı. Garson tabağı masaya koyarken, garsonun elinin üzerindeki spiral şeklinde dövme adamın dikkatini çekti ve aklına bir fikir geldi. Kafeden çıkıp deniz kenarına gitti. Dolunay denizin karanlığını var gücüyle aydınlatmaya çalışıyor gibi parlıyordu. Adam ay ışığını kendine bir referans noktası belirleyerek deniz kenarındaki banka oturdu, gözlerini kapayıp kadını düşünmeye, düşüncelerindeki gözlerini gözlemlemeye başladı. Bir süre sonra kadın adamın yanına geldi. Banka oturup yorgun gözlerle ay ışığına bakmaya başladı. Adam “İşe yarayacağını biliyordum.” dedi.
Kadın, acı bir gülümsemeyle: “Teşekkür ederim fakat bunun nereye gideceğini biliyorum. Biliyoruz. Bu yaptığın çok hoş ve ilk defa biri benim için böyle bir şey yaptı. Sadece hissederek beni çağırdı. Fakat ilerletemem. İlerleyemeyiz. Keza fazla zamanım kalmadı.” Adam sormaya ihtiyaç duymadan ne olduğunu anlamıştı. Sanki artık o da kadının zihnini okuyabiliyor, zihin okumanın ötesinde varoluşunu hissedebiliyordu. Aradaki sessizliğin daha fazla büyümesine izin vermeden lafa girdi: “Artık tıp çok ilerledi ve mutlaka bir yolu vardır, ki sen kendi hislerini geçtim, başkalarının hislerini bile duymayı başarmış birisin, bunu da başarır, bu hastalığı alt edersin.” Kadının bal rengi gözleri ay ışığından yakamozlara doğru döndü, gözündeki ışıltı yerini karanlıktaki yıldız tozlarına bıraktı: “Bu konuda konuşmak ya da tartışmak istemiyorum. Tüm yollar denendi. Kaldı ki ben ölümden de korkmuyorum. Tek korkum, henüz tekamülümü tamamlamadan, tüm varoluşla tek, bir ve bütün olmadan ölmek. Yani işte… Olmadan ölmek…” Adam ne demek istediğini anlamıştı, kendi korkusu da buydu. Oyunu tamamlamadan oyunu bitirmek… Hoş, bir tamamlanma, nihai bir son var mı ondan da emin değildi. Hayatı boyunca incelediği onca öğreti, dinlediği onca insan ve nihayetinde bildiği tek bir şey vardı. Oz Büyücüsü masalından bir replik: “Dorothy Oz şehrine varmak için sarı taşlı yolun zevkine varmalıydı…” Aniden aklına gelen bu alıntı adamın zihin taşlarında kırmızı rugan ayakkabılar çakmasına vesile oldu, üstelik bu ruganların altında spiraller vardı.
Hemen kalkıp o gece bir yolculuğa çıktılar. Adam kadını ışık kirliliğinin olmadığı, tüm samanyolu galaksisinin çıplak gözle görülebildiği arazilerine götürdü. Tarlanın ortasına uzanıp gökyüzünü izlemeye başladılar. “Biliyor musun” dedi adam “Bu şekilde sırt üstü yere yatıp yıldızları izlediğimde sanki gökyüzüne düşüyor gibi hissediyorum. Bunu senin de yaşamanı istedim ama asıl seni buraya getirme sebebim senden aldığım ilham. Sana, seni düşünerek, seni hissederek, gönül gözüyle baktıklarında sen bunu hissediyorsun. Sana bakanı görebiliyorsun. Hatta neredeyse onun yanına gidebiliyorsun. Acaba evren de ona, onu hissederek baktığımızda kendisine bakanı hissedebiliyor mudur?” Bu fikir kadının çok hoşuna gitti: “Bilmenin tek yolu var.” El ele tutuşup samanyolu galaksisinin merkezine doğru bakmaya başladılar. Bir süre sonra ikisi de “yerden göğe düşüyor” gibi hissetmeye başladı. Önce spiral bir yıldız tozu yolundan geçtiler, ardından samanyolu galaksisinin merkezindeki karadeliğe ulaştılar. Karadeliğin merkezine baktıklarında, karadeliğin merkezi de onlara baktı. Göz bebekleri karadeliğin merkezi haline geldi ve tüm yıldızlar gözbebeklerine akmaya başladı. Artık karadeliğe çekilmiyorlar, tüm evren adam ve kadının gözlerinden içeri çekiliyordu. Işık ve karanlığın sonsuz seramonisi bittiğinde ne bedenleri ne de gören gözleri kalmıştı. Keza gören ve görülen, ışık ve karanlık tek ve bir olmuştu. Evren, kendine bakıldığını hissetmiş, görenin yanına gitmiş, gören ve görüleni birlemişti.
Ertesi gün tarlayı sulamaya gelen bahçıvan, tarlanın ortasında birbirine dolanmış iki tane kendi kuyruğunu yiyen yılan görmüştü. İkisinin ortasında ise bir elma ağacı filizlenmişti…
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.