Suyun içinde bir balık olsaydınız ve bir sıcak su akıntısına kapıldığınızı ve akıntının sizi okyanusun dibinde sürüklediğini hissetseydiniz, kendinizi akıntıya bırakır mıydınız, yoksa akıntının kaynağına doğru tersine mi yüzmeye çalışırdınız…
Bu yazımızda kader üzerine sorgulamalarımıza ve yeni bakış açılarına doğru kulaç atarak bu soruyla başlıyoruz. Kuşkusuz bu soruya cevabımız en azındna bu yazı boyunca akıntının tersine, kaynağa doğru yüzmek olacak. Belki bu yolculukta kaynağa ulaşsak bile bir cevaba ulaşamayacağız, belki de başladığımız noktaya geri dönecek ve hiçbir şey anlamayacağız. Bu bağlamda yazılarımın hiçbiri ve bu yazı dahil büyük şeyler vaadetmiyor. Yolun sonuna değil, yolun zevkine varmaya çalışıyoruz sadece…
Kişisel olarak en büyük handikaplarımdan biridir bu esasen. Hayatı akışına mı bırakmalıyım yoksa istediğim şeyleri yaşamak, elde etmek için zorlamalı mıyım kaderi… Tabi kader diye bir şey varsa ya da istediğimiz şeyleri gerçekten BİZ istiyorsak…. Gerçekten çok muallak her şey gördüğünüz gibi. Bu sorgulamalar bizi o korkunç temel soruya götürür: “Özgür irade var mıdır!…” Klişeden uzak durduğumu bilir blogu takip edenler. O nedenle bu klişe soruya girmeyip daha farklı bir bakış açısı sunacağım.
Bana blogumdan ulaşan çok güzel insanlarla özel konuşmalar tartışmalar yapıyorum ve halen de devam ediyor bu güzel fikir alışverişleri. Pek çok birbirinden habersiz farklı insanla yaptığım görüşmeler sonucunda vardığım / vardığımız ortak bir kanı var bu konu üzerine. Muhtemelen onlar da birbirinden habersizce aynı konuları konuştuğum insanlar olduğunu ilk defa okuyacaklar buradan. İşin ilginç yanı ise bu aynı konuyu yani insan hayatı nasıl yaşamalı konusunu genelde kendilerinin açmış olmasıydı. Yani herkes aynı anda habersizce tek bir konuya kanalize olarak evrenin kendi sorusunu kendi kendine cevaplamasına benzer bir ortak deneyim yaşadık / yaşadım… Uzatmayayım soru şuydu:
İnsan kendi hayatını disipline etmeli mi, isteklerini gerçekleştirmek için hayatı zorlamalı mı yoksa kendini iyi ya da kötü akışa mı bırakmalı?
Kısacası insan kendi kaderini kendi mi yazmalı yoksa kendini kaderin ellerine mi bırakmalı?
Çok derin bir soru evet, çünkü hayatı nasıl yaşamamız gerektiğine dair en temel soru bu. Bir okurdan şöyle bir cevap geldi: “Biz zaten canımızın istediği şeyleri yapıyoruz ama bazı şeyleri canımız istese de yapamıyoruz. Karakterimiz el vermiyor. O halde özgür irade yoktur ve sınırlarımız zaten çizilmiştir… O zaman kendimizi kadere bırakıp canımız ne isterse onu yapabiliriz…” Bir başka okur şu minvalde bir cevap verdi özetle: “Bir şey istemeli ama sonucu ne olursa olsun sonucunu kabullenmeliyiz. Yani ne istediğimizi bilmeli, çabalamalı ama sonuca kendimizi bağlamamalıyız…” Birbirlerinden habersizce yakın zamanlarda kurulan bu iki cümle aslında aynı şeyi anlatıyordu. Bu soruyu başka kime sorduysam da benzer cevaplar aldım.
Burada ince bir çizgi olduğu bariz. Diyelim ki bir işe girmeyi çok istiyorsunuz. Bunun için sertifikalar alıyorsunuz, bu alanda kendinizi geliştiriyor ve çalışıyorsunuz. Kadercilik anlayışına göre kaderinizde o işe girmek yoksa ne yaparsanız yapın, o iş dalında dünyanın bir numaralı ismi bile olsanız o işe giremezsiniz. Kaderi tamamen hiçe sayan anlayışta o işe girmek tamamen sizin elinizdedir. Eğer giremediyseniz yeterince çabalamamışsınız, yeterince istememişsiniz demektir. Bahsettiğimiz anlayışta ise o işe girip girmemek sizin bu hayattan elde edeceğiniz deneyimler doğrultusunda bir plan dahilinde olabilir…. Evet işte ince çizgi budur, “olabilir” kelimesi…. Tıpkı atomun kuantum durumlu yapısı gibi…. Hem var, hem yok…. Olabilir de, olmayabilir de… Kuantum evreni olasılıklar evrenidir. Sizin işe girerek elde edeceğğiniz bir deneyim olabilir, bu böyleyse işe girmek istemeseniz bile o işe girebilirsiniz. Bazen istediğiniz şeyler için hiç çaba sarfetmemenize rağmen ayağınıza geldiği olur… Bazen de çok çaba sarfedip istemenize rağmen o şey gerçekleşmeyebilir. Bunun sebebi bu anlayışta olasılık evrenindeki sizin konumuzla ilgilidir. Kendinizi tamamen akışa bırakabilirsiniz ve acı tatlı deneyimler yaşayarak öğrenmeniz gereken şeyleri öğrenip bu dünyadan göçebilirsiniz. Öte yandan isteğe bağlı (opsiyonel) olarak yaşayacağınız deneyimleri seçme hakkınız var olabilir. Ben acı deneyimlemek istiyorum. Bunu acı biber yiyerek de deneyimleyebilirim, acı sos yiyerek de. Form farklı olsa da öz aynı olabilir.
Fakir insanlar da zengin insanlar da büyük acılar ve büyük mutluluklar yaşayabilir… Siz fakir bir ailede doğmuş olabilirsiniz fakat yoksulluğun verdiği maddi acıların yerine sonradan zenginleşerek zenginlik içinde yaşarken yaşanan maddi sıkıntıları stresleri acıları deneyimleyebilirsiniz. İlla acıyı deneyimlemek mi gerekiyor diye sorabilirsiniz, işte bu noktadan sonra bir sonraki levele atlandığını düşünüyorum şahsi olarak.
Bir anektod vardır çok severim: Bir adam bir bilgenin sırtına durduk yerde vurup kaçar. Bunu birkaç gün üst üste yapınca bilgenin öğrencisi bilgeye sorar, neden ona engel olmuyorsunuz, bir şey söylemiyorsunuz? Bilge cevap verir: Benim sorunum değil…
İşte hayattaki acılar ve mutluluklar da böyle olmalı… Yaşadığımız deneyimler çok da bizim sorunumuz değil… Ben dediğimiz geçici bir deneyimi yaşamaya gelmiş geçici bir program olabilir. Eğer öyleyse onun yaşadığı şeyler sadece programın yükümlülükleridir ve pek de önemli şeyler değildir. Peki asıl ben kimdir? İşte bu soru hayatın en büyük gizemlerinden biridir ve şahsi arayışım da bu yöndedir. Her neyse, adına salıverme dediğim bu bakış açısı geliştirilebilirse kendimizi şartlamış oladuğumuz bu haz peşinde koşma, mutlu olma çabası ve acıdan kaçma çabasından kendimizi özgür bırakabilirsek, dersleri, deneyimleri o derse girmeden geçebileceğimizi düşünüyorum. Çünkü artık akıntının tersine yüzmüş ve zaten dönüp dolaşıp varacağımız akıntının kaynağına kısa yoldan ulaşmış olacağız. Bu, şuna benziyor: Bir müddet sonra yakın bir zamanda başınıza çok kötü bir şey geleceğini biliyorsunuz, belki eşiniz anneniz babanız öğrenmemesi gereken bir şeyi öğrenecek ve hayatınız kökten değişecek. Durmadan bunun stresi ile yaşıyorsunuz. Peki ya öğrenseler bile bu umrunuzda olmayacak şekilde bakış açınızı değiştirebilseydiniz ve kafanızda kurguladığınız felaket senaryoları gerçekleşse bile bunun sizin için çok da önemli olamayacağını kendinize inandırabilseydiniz, o nihai sondan kendiniz soyutlayabilseydiniz, işten eve gelmek kadar doğal bir şey olsaydı o korkulan durum sizin için, ne olurdu? Denemeden bilemezsiniz… Belki söylediğim büyük bir şeydir, belki de çok anlamsızdır ama benzer sorgulamaları yaşayan okurlara farklı bir bakış açısı sunabilir ve bu fikir geliştirilebilir…
Yukarıdaki sorulara sizin de cevaplarınızı bekliyoruz… Kim bilir belki yeni cevaplar değil, bizi daha da ileri taşıyacak yeni sorular keşfederiz. Sadece cevaplarınızı değil sorularınızı da yazmaktan çekinmeyin.
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Yaşam seçimlerden ibarettir,seçimlerimiz adına kader dediğimiz olayı gerçekleştirir
kaderi biz mi belirleriz? yoksa bir program mı vardır önceden hazırlanmış.
Bu soruya cevap vermek için önce kendimizi ve evreni iyi tanımalıyız sahip olduğumuz ölümlü bedeni ve onu canlı tutan şuurlu bir enerji olan ruhumuzu.
Doğmadan öncesi var mı? şu an somut bir delil yok bazı reenkarnasyon çalışmalarında (hipnoz ile geriye gidilen anımsama yöntemi ile ) doğmadan önceki hayatımızın olduğu söyleniyor inanmak yada inanmamak size kalmış.
Ben kendi bulgularımı anlatmak isterim,bilincimiz bize hizmet veren kusursuz bir bilgisayar gibidir.Günü yaşarken zihnimizden geçen hayal ettiğimiz düşünceler sonucunda birer frekansa dönüşen megahertzi olan talimatlar üretir.Bu talimatlar evrene yayılır ve güçlülük sırasına göre gerçekleşeceği zamanı bekler biz çoktan unutmuşuzdur ama sistem unutmaz ve vakti geldiğinde gerçekleştirir.
Bu nedenle düşüncelerimiz çok önemlidir eğer hafızamızı geriye doğru bize an be an gösteren bir sistem olsa bu gün yaşadığımız olayları önceden bizim ince ince programladığımız görebiliriz ,ayrıtıları hatırlayamadığımız için kaderi suçlarız oysa biz iğne oya gibi işlemişizdir.
Burada en önemli nokta yalnız olmadığımızı ve seçimlerimiz sonucunda hayatımıza kattığımız diğer bireylerinde bu mantıkla yaşadığını düşünürsek onlarında kaderimizi belirleyen seçimleri vardır.Yani tüm yaşam formları görünmeyen iplikler ile bir birlerine bağlı gibidir kimin ne zaman sizin hayatınıza nerede dokunacağını bilmek oldukça zor bir şeydir.
Benim nacizane tavsiyem önce kendimizi tanımalıyız,egomuzu nefsimizi nasıl kontrol edebiliriz üst bilincimize,makro bilince nasıl ulaşabiliriz.Tüm bunları gerçekleştirebilirsek “Kaderi Hacklemek” mümkün olabilir belki.
“Nosce Te İpsum” (Kendini Bil)
Her zamanki gibi değerli yorumlarınız için teşekkürler Oğuz bey. Bakış açınıza katılmamak elde değil. Bir plan var mıdır sorunuza cevabım evet olma eğiliminde. Çünkü doğuştan bazı fiziksel ve ruhsal melekelerle geliyoruz. Ten rengimiz, çevremiz, ailemiz… Bunlar bizim seçtiğimiz şeyler değil kuşkusuz. Yani bunlar düşünce süreçlerimizle ilgili değil. Daha sonra bu içine doğduğumuz çevreyi değiştirebilme hürriyetimiz var olsa da ilginçtir çoğumuz bunu yapamayız. Şu an mesela tamamen bir budist rahip gibi dağlara çıkmak istesem ya da ailemi bırakıp dünyanın başka ucunda yaşamak istesem bunu yapamam. İstememe rağmen yapamam çünkü kişisel tanrılarımız olan vicdanlarımız bizi engeller. Bu kısıt özgür iradeye karşı bakış açımı şekillendirmişti hep. Tıpkı şu an uçmak istesek de uçamıyor olmamız gibi. Ama telekinezi ile nesneleri oynatabilen, uçurabilen insanlar var. Yani bizi kısıtlayan, denetleyen fizik kanunlarının üstüne çıkılabiiyorsa, o halde bizi denetleyen planların da üzerine dediğiniz gibi ego ve nefs açılarak üzerine çıkılabilir. Kuşkusuz kolay bir süreç değil…
Bu konuya önem vermemin sebebi canımın istediği her şeyi gereçekleştirebilmek, yani nefsani bir istek değil aksine nihai var oluş amacımıza bir ışık tutma isteğimdir. Acaba… Amaç kendi irademizi ele almak ve bu planlar ağından kendimizi soyutlayabilmek midir… Tanrının insanı yaratıp bırakması gibi…. Acaba kendi kendimize yeter hale gelebilmemiz mi grekiyor, hasatların amacı bu mu…
Sevgili kardeşim merhaba;Tüm insanlığın farkındalık yolunda önemli bir mihenk taşı olan kader konusunu tartışmaya açtığınız için size teşekkür ederim.
İnsanoğlunun en büyük zaafı sahiplenmektir,önce bedenimizi,eşimizi,çocuklarımızı
ailemizi,eşyalarımızı,mevcut statükomuzu sahipleniriz.Oysa onlar bizim vesile olduğumuz ama bizler gibi hayatı deneyimlemek ve bilge olabilmek yolunda bizim oyunumuza katılan, sadece bir zaman diliminde hayatı paylaşa bileceğimiz bireylerdir,üzerlerinde tahakküm kurmak bizim haddimize değildir bizler onların sahipleri değiliz.
Eğer sahiplenirsek sonuçta bir süreliğine misafir olduğumuz bu dünyadan hiç gitmeyecekmişiz duygusunu hakim kılarız buda yüksek egonun en çok istediği ve sevdiği beslenerek büyüdüğü bir gıdadır.Oysa aşk ve sevgi gerektiğinde vazgeçebilmektir üst benlik ve makro bilinç yolundaki istekleriniz ve farkındalığınızı bir üst kademeye çıkarabilmek için vazgeçebilmelisiniz.Tarih bunun yüzlerce örneği ile doludur,sahip olduklarında vazgeçen Yunus derviş olmuştur,Hallac-ı Mansur bedeninden vazgeçmiştir,Hz.Mevlana tüm dostlarını ve saygınlığını kaybetmeyi göze almıştır.
Budist rahipler tüm dünyevi olgulardan vazgeçemeyi kabul ederek rahipliğe adım atar.Bunun günümüzde de örnekleri vardır tüm sahiplendiklerini terk ederek kendini bulmak isteyen bilge olmak isteyenler gibi.
Asıl illüzyon bu dünyanın maddesel varlığıdır,beden ölümlü ama ruh sonsuzdur
tekamül edebileceği tek yer bedendir ruh şuurlu bir enerjidir,tüm kainattaki yaşam formları ile tek ve birdir.
Sizdeki vicdani duygular son derece doğal ve normaldir ben bu duyguyu yok sayın demiyorum ama ailenize olan sahiplenme ve vazgeçemem duygusu dünyevi ve egosal bir duygudur içine doğduğunuz aileniz,aslında tüm dünya olduğunda yani tüm yaşam formları ile kendinizi bir bütün hissettiğiniz zaman üst benliğin kapısını aralayacaksınız.
Ben size tüm sevdiklerinizi ailenizi bırakıp gidin demiyorum artık bu yüzyılda buna gerek yok bizden öncekiler bize bu konuda yeterince örneklemeler bırakıp gittiler.
Bu modern dünyada,bizim yapmamız gereken bütüne ait olabilmek bireyden çıkıp biz olabilmektir.
Bir gün bir sufi dergahının Mürşidi kamiline ben çilehanede 40 günü deneyimlemek istiyorum dediğimde,bana sen zaten bu günün dünyasında çilehanedesin bu noktada marifet toplumun içinde ailen ve iş hayatı içinde yaşarken çilehanedeymiş gibi gerektiğinde her şeyden vazgeçebilmeyi düşüncende yaratabilir ve hayata geçirebilirsin dedi.
Evet taşı toprağı börtü böceği tüm insanlığı,bulundukları hal ve şekilde tamamen yargısız ve koşulsuz kendiniz ve vazgeçemedikleriniz yapabildiğiniz zaman, egonuzu da sıfırlamış olarak yaşamın gizlerini ve şifrelerini çözebileceksiniz.Bunlar benim tesbitlerim herkes yaşadığı deneyimler ile kendi sentezini bulacaktır,benim tesbitlerim benim doğrularımdır bilgi sonsuzdur insanlık sonsuz bilgiye doğru yol almaktadır.
Tüm yorum yapan kardeşlerime ve size saygılar sevgiler .
Sağlık ve ışıkla kalın.
Hayat bir film ve başı sonu belli bir senaryosu var. Her birey kendi filminin başrolünde. Sizi daha iyi bir oyuncu kılan, filimde zengin veya fakir adamı oynamanız değil o rolü en iyi şekilde oynayabilmeniz. Ve bunu keyifli kılan tek şey, her an canınız burnunuzda bir aksiyon filmi içinde dahi olsanız kendinizi keyifle izlemeyi bilebilmek..
“Kendini izleyebilmek…” Güzel bir cümle 🙂 Kesinlikle katılıyorum. Şahsen kendime dışarıdan baktığım zamanlarda o anki içinde bulunduğum durum ne kadar kötü olursa olsun bana bir gülme gelir 🙂 Gerçekten de hayat bir oyun sahnesi gibi ve sanki bize biçilen roller varmış gibi hissediyoruz bazen. Peki ya perdeyi indirip sahne arkasına bakabilme şansımız olsaydı?…
Büyü belki de budur 🙂
oğuz arkadaşımız konuya gayet net bir açıdan bakmış. ego; eğerki fiziksel bedeni, bulunduğumuz mevcut mekanda elinde tutuyorsa. bu yorumlar her zaman bir soru daha getirecektir.peki biz bu soruyu yani kaderi etkilemeyi,egosunu minumum düzeye çekmiş bir bireye yöneltsek. bize cevabı ne olurdu.bence “benim sorunum değil” derdi.
Yorumun için teşekkürler 🙂 Demek istediğinizi anlayabiliyorum ama bunu egosal bir süreçten öte aksine yüksek benliği bulma yolunda bir aşama olarak görüyorum. Aristo platon gibi insanların hayatlarına baktığımızda bir irade örneği görüyoruz. Bu insanlar kaderci insanlar olmamışlar hiç. Keza Hermes figürüne bakarsak her ne kadar tarihsel bir kişilik mi yoksa sembolik bir soyut karakter mi olduğu tam bilinmese de Hermes için de yükselmiş üstat diye bahsedilir ve bu tür yükselmiş üstatlar hayattan artık kendini soyutlayabilmişi maddi planla işlerini bitirmiş kişilikler olarak yorumlanabilirler. Bu aşamada kendimizi kadere bırakmak ve sürekli benzer olayları yaşamaktansa artık yüksek benliğimile bütünleşip kendi evrenimizi çizmek gerekiyor olabilir… Sadece insanın evriminin nihai sonucuna ya da yaratılış amacına bir bakış açısı…
Denemeden bilemeyiz.. yaşam serüvenime ait en güzel cümlemdir. İnsan olarak; kadercilik oynamayı seviyoruz. Tam tersi olsa da yine aynı oyuna devam edip, şans kısmet v.s diyoruz. Ya kaçan balık büyük değilse diye devam edemiyoruz. Melankolik hayat tarzı benimseyip insanların bize hem imrenmesini ilgi odağı olmayı, hemde aynı anda acımamasını ve tüm bunların üzerine yanımızda destekçi olabilecek kişiler arayışımızda sürmeye devam ediyor (arkadaş, dost, sevgili v.b.)
Gariptir ki işin en enteresan yanı, kendini keşfetme azameti göstermeyen insanların, kendini keşfeden insanlara karşı ezberci bir yaklaşımdan da kendilerini alamıyor oluşlarının ardına kaderciliği fıtratı ekliyor oluşları..
Güzel bir yazı olmuş. Aynı manzaraya karşı farklı bakış açıları kazanabilme umudu ile 😉
Hoşgeldiniz ve güzel yorumunuz için çok teşekkürler 🙂
“Gariptir ki işin en enteresan yanı, kendini keşfetme azameti göstermeyen insanların, kendini keşfeden insanlara karşı ezberci bir yaklaşımdan da kendilerini alamıyor oluşlarının ardına kaderciliği fıtratı ekliyor oluşları..”
Ne doğru bir tespit… Çünkü her şeyi bildiğimizi sanıyoruz. Ben hep olabilir diye konuşurum çünkü edindiğimiz bilgiler informel. Bilgiyle direkt etkileşime hiç girmedik. Hep okuyup sorgulayıp düşünüp bilgiler ürettik. En basit bir renk konusunda bile tüm dünya açmaza düşerken ve aynı elbiseye farklı renkler söylerken daha kompleks bilgiler hakkında bu kadar kesin konuşan insanları gçrünce bazen onlar gibi olmak istemiyor değilim… Cehalet mutluluktur 🙂
Kesinlikle kaderci biri olmak istemediğim için ben de bu sorgulamalara başladım ama üstteki yorumlarda da bahsettiğim gibi bir planın olduğuna inanma eğilimindeyim. Şöyle ki, dünyaya gelirken ten rengi, maddi durumumuzu, fiziksel ve bazı karakter özelliklerimizi seçemiyoruz. Mesela ben kıskanç biriydim ama kıskanmak istemiyordum. Elimde olmadan kıskanıyordum içten gelen bir huzursuzluk şeklinde tezahür ediyordu bu. Ama bunu daha sonra aşabildim, kıskanmanın nihai sonucundan kendimi soyutlayarak kıskanmanın bana deneyimlettirdiği kötü şeylerden arınabildim. Özetlemek gerekirse umursamadım 🙂 Demek ki bize işlenmiş fixlenmiş deneyimlerden kendimizi kurtarabiliyoruz. Tabi fiziksel özellikler için bunu söylemek güç ama Michael Jackson bile ten rengini değiştirebildiyse acaba.. diye düşünmek gerek 🙂 Bu bağlamda özgür iradeyi de yeniden masaya yatırmak gerek kuşkusuz.
Öncelikle düşündüklerimi yazıyla çok iyi ifade edemeyen biri olduğumu belirteyim geleneksel inancımı bir an için bir tarafa koyup sorularımı daha bir cesaretle sormaya başladığımda kendimce cevaplar aldığımı gördüm büyük bir planın bir parçası yım örnekleme gerekirse bir firma sahibinin elinde çok özel bir hammadde var hedef maksimum seviyede sonuç almak üretime sokuyor hatalı ürünü tekrar işleme sokuyor işlemlerin sonucun da hammaddenin yapısı asla bozulmuyör bu minvalde mutlak kadere tabi olduğumu düşünüyorumTanrının izni olmadan yaprak dahi kımıldamaz
YOL daki sorulara verdiğim cevaplar benim kader seçiminde sonsuz seçeneklerden kendi irademin sonucudur
Kar taneleri gibi… Özü bir, özü aynı ama sonsuz farklı şekilde düşüyorlar gökten yere. İnsan ve kaderi de kar taneleri misali…
Olasılık+Zaman=Hiç
Bir işe girmek için kurslara gidip, sınırlarını zorlayan ama başarılı olamayan bir insanın başarılı veya başarısız olmasını belirleyen parametre kesinlikle “özgür irade yasasıdır”. Aynı hedefe odaklanmış birbirlerinden habersiz birçok özgür iradenin potansiyellerini -kendi amaçlarına en uygun ve özgün parametreleriyle- değerlendiren başka bir özgür iradenin -görünür- başarısıdır gerçekleşen son..!
Rahimdeki bir yumurtayı dölleyebilmek için, tümünün amacı aynı olan milyonlarca spermin amansızca yarışının sonucunu belirleyen olgunun “yumurtanın seçimi – özgür iradesi” olması insanın mukadder kılınmış bir kadere mahkum olmadığının kanıtıdır..!
siz heralde annenizi sevmiyonuz biçıslar
[…] yayınladığım “Kaderi Hacklemek” yazımdan sonra bu konular üzerine pek çok eş zamanlılık yaşadım. Geçen sene kitap […]
Bu şey gibi. Bir eşyanızı kaybedersinizde bir türlü bulamazsınız. Usanır Aramayı bırakırsınız. Aa birde bakarsınız ki bir yerde hemen önümüze çıkar.
Evet cidden durum biraz da bu. 🙂 Daha fiziksel düşünelim… Bir motoru çalıştırmak için döndürür döndürür zorlarsınız kendinizi… Keza bu esnada bir sürü de enerji biriktirirsiniz motora. Kendinizi de çokça yorduğunuz için motorun ihtiyacı olan ritmi kaçırırsınız. Boşver diyip motoru kenara fırlatırsınız ve çalışır. Keza motorda biriken enerjinin ihtiyaç duyduğu tek şey doğru ritim ve an ile enerjinin kendisini manifesto etmesine izin vermektir. Bu izin verme kısmı çok önemli. Biz her şeyi bildiğimizi sanan egolara sahibiz ama her şeyi bilmiyoruz. O nedenle bazen durup yol vermek lazım akışa ki aksın bilmediklerimiz de.
Sondaki durumum içinde olmam peki.. Bu arada Death note izlediyseniz onun hakkında bir inceleme yazısı yazabilir misiniz benim ilgimi çeken bir animeydi
Yaşadığımız tüm deneyimler ortak. 🙂 Kolektif bilinçte hepsi yaşandı / yaşanacak. Yazdığım durumun içinde olmanız, aslında yalnız olmadığınızın da bir göstergesi.
Death Note izledim ama bir analiz yazısı yazmadım, olabilir iyi fikir 🙂