Yıllar önce bir kafede oturup yarım saat içinde yazdığım dünyanın sonundaki insanın sonuna; yalnızlığına dair bir kısa öykü…
Sadece sessizlik vardı…
Batmakta olan güneşin ışıkları, kadının alnında biriken ter taneciklerine çarpıp kırılıyordu. Kızıl saçları ışıkta yanıyor gibiydi. Artık ölü olan gezegende sanki zaman da durmuştu. Kadın zamana meydan okurcasına tüm canlılığıyla ayakta duruyor, karşısındaki tanımadığı adama bakıyordu.
Etrafındaki herkes aniden yok olmuştu. Karşısında oturup konuşan arkadaşı kopan bir film gibi ortadan kaybolmuş, sesi kesilmişti. Önce bir rüyada olduğunu düşündü. Günlerdir yoğun bir tempoda çalışıyor ve uykusuz kalıyordu. Binada kimsenin olmadığını fark etti. Hızla sokağa inip yürümeye başladı. Kimse yoktu. Oysa iş çıkışı saatlerinde yürümek bile zordu buralarda. Caddeye kadar adımlarını hızlandırdı. Meydana ulaştığında koşmaktan nefesi kesilmişti. Kimse yoktu. Her yerde birbirine ya da duvarlara çarpan içi boş arabalar vardı. Kadın şok bile geçiremiyor, etrafında olup biteni anlamaya çalışıyordu. Telaşla cep telefonundaki herkesi aramaya başladı. Kimse cevap vermese de her aramada bir ses duymayı umut ederek sonuna kadar çaldırdı numaraları. Nafileydi… Ellerini başına götürüp terleyen alnını silecekti ki yaklaşan bir motor sesi duydu. Kendisini fark eden motorlu ani bir fren yaparak durdu meydanın ortasında. Hem korku hem de sıra dışı bir rahatlama hissediyordu şimdi kadın.
***
Adam evindeydi. Yalnızdı ve yalnızlık tek arkadaşıydı. Patlama seslerinden bir şeyler olduğunu fark etti. Yine bir trafik kazası olduğunu düşündü. Evinin önündeki küçük kavşakta çok sık olurdu böyle kazalar. İlginç, bu sefer sert fren sesi duymamıştı. Oysa eriyen lastik kokusu bile gelirdi odasına. Pencereden baktı. Yanmakta olan iki araba gördü. Diğer araçlarsa birbirine girmişti. Sakindi adam. Neden kimse yok etrafta diye düşündü. Aşağıya indi ve arabaların içlerinin boş olduğunu fark etti. Herkes nereye kaybolmuştu? Motoruna atladı ve birilerini bulmak umuduyla şehir meydanına gitti. Umduğunu bulmuştu. Tek bir farkla, birilerini değil sadece tek bir kişiyi.
***
Adam ve kadın birkaç saniye birbirlerine baktılar. Adamın aklından ilk geçen dev bir kamera şakası içinde olduğuydu. Hafifçe gülümsedi bu düşüncesiyle. Büyük meydanda güneş batarken sadece ikisi ve yalnızlığın gürültülü sessizliği vardı. Sessizliği ilk bozan kadın oldu. “Herkes nerede?” Adam yabancı gözlerle baktı bu soruya. Soru bir süre havada asılı kalmış ve sessizlik tekrar hâkim olana kadar çınlamıştı meydanda. “Ben de siz biliyorsunuzdur diye düşünmüştüm” dedi adam rahat bir tavırla. Motorundan atlayıp büyük ağacın altındaki banka oturdu adam. Cep telefonunu açıp tanıdıklarını aramaya başladı. Kimseye ulaşamadığını söyledi kadın otururken banka. Zaten yorgundu ve bu bilinmez anormal durum beynine ağrılar yerleştirmekten başka işe yaramıyordu. Adam da ulaşamadı kimseye. “Bak eğer bu bir oyunsa…” dedi ve kaldı adamın cümlesi. Kadının gözlerinde yorgunluk ve boş bakışlardan başka şey yoktu. Belliydi, bir şeyden haberi yoktu. Gözlerini ovuşturup yerinden hızla kalktı adam. Arkalarındaki dev iş hanının en tepesine çıktı. Kadın da arkasından… Şehri hiç bu kadar sessiz görmemişti. Birkaç yerinden dumanlar yükseliyordu. Her zaman kuşlar olurdu gökyüzünde. Biliyordu çünkü beslerdi onları. Onlar da yoktu. “Sence bu bir rüya mı?” diye sordu kadın. “Eğer öyleyse dün akşam ne içtiğimi merak ediyorum” dedi adam gülerek. Halen sakindi ama anlam vermeye çalışıyordu olan bitene.
İkisi de birilerine ulaşmak için sayısız yöntem denedi. Ulusal radyo yayını yapan kanala bile gidip kendilerine ulaşmalarını isteyen yayınlar yaptılar. Arayan kimse yoktu. Televizyonlardaki canlı yayınlarda, kadrajda boş masalar görünüyordu. Bazılarında kameralar yere düşmüş, sadece döşemeleri gösteriyordu. Canlı olmayan yayınlarsa devam ediyordu. Tüm çabaların ve başarısızlığın ardından ikisi de yorgun düşmüştü. Kadın kendi evine gitmek istediğini söyledi. Adam da onunla geldi. Görünen o ki dünyada sadece iki kişi kalmıştı ve birbirlerinden uzakta kalmak ikisi için de tehlikeli olabilirdi. Tehlike arz edebilecek kimse kalmamıştı belki ama yalnızlık yeterince korkunçtu.
Sessizlik eve hâkimdi. Kadın bu sessizlikten çok rahatsızdı. Saatlerdir kendi ve adamın sesinden başka hiçbir ses duymamıştı ve sessizlik stresini arttırmaktan başka işe yaramıyordu. Yemekleri hazırlarken müzik açtı. Klasik bir şeyler çaldı, bu ona huzur veriyordu. Yemekte birbirlerinden bahsettiler. Kadın zaten gittikleri radyoda çalışıyordu. Başarılı bir radyo sunucusuydu. Adam onu hiç duymamıştı; hoş radyo dinlediği, genel olarak müzik dinlediği de pek söylenemezdi. Klasik rock albümlerinden oluşan bir arşivi vardı ve motorda giderken ara sıra onları dinlerdi. Adamsa grafikerdi. Reklam ajansları için tasarımlar yapardı. Belirli bir şirkette çalışmıyor, serbest olarak icra ediyordu mesleğini. Bir patronun boyunduruğu altına girmeyi hiç becerememişti. Doğru da bulmuyordu. Yalnızdı. Sadece o ve çizgileri, bir de motoru vardı. “Benim evime gitmediğimiz iyi oldu” diye ekledi laf arasında. Kadın neden diye sormadı, iyi bir analizciydi. İnsanların kişilik profilini çıkarmak sıra dışı hobilerinden biriydi. Dağınık ve kafasına göre yaşayan biriydi adam, bu barizdi. Buna karşın kadın düzen konusunda tam bir obsesifti. Simetri ve temizlik hastalığı vardı. Yemekle birlikte birkaç kadeh bir şeyler içtiler. Kadın aniden duygusallaştı. İçinde bulunduğu durumu yeni yeni fark ediyordu. Tüm sevdikleri yok olmuştu. Onları bir daha göremeyecekti. Ağlamaya başladı. Adam aslında o âna kadar sakin kalabilmesine şaşırmıştı bile. Bu beklediği bir şeydi. Kadın ağlarken, o başını öne eğip yemekle oynadı. Neden ben, neden biz diye bağırıyordu kadın. “Acaba başka ülkelerde birileri var mıdır?” diye merakla sordu kadın. Adam “hiç sanmıyorum” dedi. Tüm yabancı tv ve radyo kanalları araştırmışlardı. Hiçbirinde ne bir haber ne de yeni bir yayın vardı. Çoğu kanal siyah ekran veriyordu zaten. Kadın bu düşünceler içinde alkolün de etkisiyle masada uyudu kaldı. Adam onu yatağına yatırdı ve sigara içmek için terasa çıktı. Eskiden bakıp küfürler yağdırdığı, insanlarından nefret ettiği şehir şimdi karanlık ve sessizdi. Sanki ettiği lanetler tutmuş ve şehir sessizce ölmüştü. “Bunu kastetmemiştim sanırım” dedi kendine gülerek. Daha da uzaklara bakıp bir araba farı görmeyi umdu. Yaklaşan veya uzaklaşan, bir canlı belirtisi. Bir yandan da “gerçekten istiyor muyum acaba” diye düşündü. Bu duruma anlam veremiyor ama bir yandan da hoşuna gidiyordu. Yalnızlığı seviyordu ve o an yaşadığı mutlak yalnızlıktı. Kadın için üzülüyordu çünkü her zaman sevdikleri yanındaydı belli ki. Bu duruma alışması zor olacaktı. Tabii bir de… Diğer durumları düşünmemeye çalıştı ve sigarasını bitirip bozuk kanallarla dolu televizyonun karşısındaki koltuğa uzandı. Karıncalanmalara bakarak uyuyakaldı.
Günler, haftalar, aylar birbirini kovaladı. Adamın aksine kadın umudunu kaybetmedi ve başka bir canlı bulabilmek umuduyla şehir şehir, ülke ülke dolaştılar. Büyük bir jip seçmişlerdi kendilerine. Bagajına yolda ihtiyaçları olabilecek her şeyi koydular. Adam öte yandan bu durumu zevkli bir hale getirmeye çalışıyordu. Kaliteli kameralar ve bir sürü fotoğraf makinası almıştı yanına. Gittikleri her yerde yalnızlığın fotoğrafını çekip yol maceralarını kameraya kaydediyordu. Kadın “ne yapacaksın bunları” diye sorduğunda “Havva ile Adem’in DVD koleksiyonu olsun istemez miydin?” diye esprili bir şekilde cevap veriyordu. Onlar yeni Havva ve Adem’di, kadın bunun farkındaydı ama adam her bu benzetmeyi yaptığında konuyu değiştiriyordu kadın. Adam da zaten bir şeyler beklemiyordu ondan. Hiçbir şeyi ciddiye almamıştı o güne kadar. Hırs yapmamıştı. Her şeyle dalga geçmeye alıştırmıştı kendisini. Bu da öyle bir şeydi. O da korkuyordu bu konuşulmayan, konuşulmaya utanılan konudan.
Kalacak yer sorunları yoktu. Tüm dünya onlarındı artık. Her kapı açıktı onlara. Her meyve onlar içindi, her içecek onlarındı. Önce kadın kötü hissetti kendini. Marketlere gidip istediklerini alıyorlardı ve kadın bunu hırsızlık gibi görüyordu. Kasaya para bırakmayı bile düşünmüştü. Adam güldü. “Biliyorum ama bunlar bizim mi sence?” dedi kadın. “Bizim değilse kimin?” diye sordu adam. Kadın güldü ve “Biraz daha su alalım o zaman, yolumuz uzun” dedi. Tek sorun kalacakları yerlerdeki temizlik problemiydi. Kadın titizdi. Yanlarında temiz havlular ve çarşaflarla geziyorlardı. Bazen canları sıkılıyor ve bir eve girip bütün özel eşyaları karıştırıyorlardı. Hemen hemen girdikleri her evde bir fotoğraf kutusu oluyordu. En büyük eğlenceleri bu hiç tanımadıkları insanların fotoğraflarına bakmaktı. Bazı fotoğraflar daha çok yıpranmıştı. Belli ki sevilen bir fotoğraftı ve elden ele çok dolaşmıştı. Bu detayları fark edip aralarında tartışıyorlardı. Başka birilerini bulamasalar da başkalarının hayatlarına, yaşanmışlıklarına dokunmak hoşlarına gidiyordu. Bazen de sinema salonlarına gidiyorlar, bir jeneratör bulup film makinesini zar zor çalıştırıyorlar ve film izliyorlardı. Koca salonda sadece ikisi vardı ama bunun zevkli olmadığını söylemişti kadın bir defasında. Kalabalıkla izleyip filme aynı anda tepkiler vermek daha zevkliydi. Oyun salonlarına girip oyunlar oynuyor, alışveriş merkezlerinden istedikleri kıyafetleri alıyorlardı. Hatta bir giydiklerini bir daha giymiyor, çamaşır yıkama derdinden de kurtuluyorlardı. Adam sıkı bir rozet koleksiyoncusuydu. Gittiği her yerde bulduğu, değişik sosyal mesajlar içeren rozetleri alıp büyük çantasına asıyordu. Kadınsa kitap koleksiyoncusu haline gelmişti. Bu dünyada artık en bol şey zamandı ve bu boş zamanı değerlendirecek en iyi yol kitap okumaktı. Arabalarının büyük kısmı kitapla doluydu.
Günler böyle geçmeye devam etti ve neredeyse bir yıl olmak üzereydi. Zaman kavramını unutmuşlardı çünkü saatlerle ya da takvimle işleri yoktu artık. Bir akşam yemek masasına oturduklarında adam çok ilginç bir şey hissetti. Yemekleri adam hazırlamıştı ve tatlı olarak özel tarifli pudingini yapmıştı. Tatlıları yerken ”diğerlerinden farkı ne” diye sordu kadın. “Sır” dedi adam. “Senden başka kimse bunu biliyor muydu” diye sordu kadın. “Annemden öğrendim ben de” diye cevap verdi adam. “İki kişinin bildiği sır değildir” dedi ve kahkahayı patlattı kadın. O anki gülümsemesiyle adamın içinden bir şeyler kopmuştu. Öyle heyecanlandı ki kendi kalp atışlarını duyabiliyordu sanki. “Artık iki kişi bilmiyor ama sadece ben biliyorum” dedi adam sakinleştiğine kanaat getirdikten sonra. “Ama sır olmaktan çıkması için ikinci bir kişi gerekiyorsa sen olabilirsin” dedi. Kadın gülümsedi. “Sanırım başka şansın yok zaten.” dedi. “Öyle düşünmüyorum” dedi adam. “Bu dünyada sadece ikimiz kaldık. Adem sadece Havva’yı tanımıştı. Ondan öncesi yoktu çünkü insanlık diye bir şey yoktu. O nedenle Adem’in zaten seçme şansı yoktu, mecburen Havva’yı seçti diye bir şey söyleyemeyiz.” Kadın lafa girdi: “Ama bizden önce bir hayat vardı ve milyarlarca seçme şansın vardı.” “O senin görüşün” dedi adam. “Benim için bir hayat yoktu. İnsanlardan tiksiniyordum çünkü basit istekleri uğruna her şeyi yapabilecek kapasitede milyarlarca et yığınından farksızdılar. Herkes o kadar basit yaşıyordu ki, öyle amaçsızca ve öyle boştular ki, beni de bu düzene alıştırdılar. Onlardan biri oldum. Kendimden ve hayattan nefret ediyordum. Yaşamak demek benim için bir bilgisayar oyunundan farksızdı. O kadar gerçek dışıydı ki her şey… Sonra bu oldu. Sadece somut gerçeklik var benim için. Yalan, samimiyetsiz insan ruhlarından arınmış, sadece bu taştan ve topraktan dünya. Bir de sen. Sen insan denen varlığın, insanlığımın, ruhumun gerçek olduğunu gösterdin bana. Senden önce, bu olaydan önce bir hayat yoktu benim için. Yaşamanın amacını ve coşkusunu tattım sende.” Peki dedi kadın: “Daha önceki yaşamımda o bahsettiğin boş, kötü niyetli insanlardan olmadığımı nereden biliyorsun?” “Öncelikle” dedi adam, “bu öyle bir şey değil. Ben insanlığa olan inancımı kaybetmiştim. Senin daha önceki yaşamında nasıl olduğun önemli değil, şu an yaşamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu öğrendim ve bunu senin sayende öğrendim. Ayrıca senden hayat hikâyeni dinledim. Savaşçı, vazgeçmeyen bir kişiliğin var. Dediğim gibi bu daha önce nasıl olduğumuzla ilgili değil. Daha önce neye inandığımızla ilgili. Ben bir hiçliğe inanıyordum. Şimdi her şeye, güzel olan her şeye inanıyorum.” Kadın duygulanmıştı, çünkü dönem dönem o da böyle hissetmişti ama ne olduğunu anlayamamıştı. Şimdi karşısındaki adam duygularına tercüman oluyordu. “Bu bir illüzyonsa…” dedi kadın gözünden yaşlar süzülerek. “Ya sadece kendimizi kandırıyorsak? Dünyada sadece biz kaldığımız için mecburi bir duygu ise bu?” “Emin ol” dedi adam. “Emin ol öyle bir şey olsaydı biraz önce gülümsediğinde kalbim böylesine heyecanla atmazdı.” O an birbirlerine sarıldı kadın ve adam. İlk defa birbirlerine sarılıyorlardı. Kadın en son kız kardeşine sarılmıştı böyle. Biri ona sarılmayalı o kadar uzun süre geçmişti ki dokunma hissi bile büyük huzur ve güven verdi kadına. Ve o da ilk defa bir şeyler hissetti. Adamın kokusu da kadını heyecanlandırmıştı. Gözlerini kapattı ve aklıyla, yalnızlıkla dolan beyninin her yanına yayılan adamın kokusunu takip etti.
O akşamdan sonra hiçbir şey aynı olmadı. Artık iki arkadaş gibi değil, aşk dolu gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Başkalarını aramayı bıraktılar. Birbirlerine yetiyor hatta artıyorlardı bile. Tüm hayatları artık karşılarındaki birbirleriydi. Büyük bir eve yerleşip orada yaşamaya başladılar. Her yerini yollarda çektikleri fotoğraflarla süslediler. Tüm evi kendi eşyalarıyla donattılar. Devasa bir kütüphaneleri, dünyanın en iyi filmleriyle dolu bir sinema odaları, tüm müzik aletlerinin olduğu bir müzik odaları vardı. Gece uyku tutmayınca kütüphanede vakit geçirip yeni öğrendikleri şeyleri birbirlerine anlatıyorlardı. Bazen sinema odasında romantik filmlerle keyifli bir akşam geçiriyorlardı. Bazı sabahlar da adam gitar çalarak uyandırıyordu kadını. Müzik odasında hiç çalamasalar da çeşitli enstrümanlarla kendi müziklerini yapıyorlardı.
Dünyada baş başa kalalı bir sene olmuştu. Tam yıl dönümünde adam kadına bir sürpriz yapmak istedi. Bu hiç de kolay değildi çünkü her an ne yaptıklarını biliyorlardı ve gizli bir şey yapmak imkânsızdı. O nedenle adam geceleri kadın uyurken hazırladı sürprizini. Evin yakınlarındaki devasa tiyatro salonunu kullanacaktı bunun için. Hazırlıklara yıl dönümünden bir ay önce başladı. Büyük bir organizasyondu. Tiyatro salonunun tüm koltuklarını farklı kıyafetlerle giydirilmiş cansız mankenlerle doldurdu. Her birinin altından düzenekler geçirdi hareket edebilmeleri için. Yorucuydu ama adam zevk alıyordu. Mor gözlerini fark eden kadın “yine mi uyuyamadın” diye soruyordu sabahları. O da kitap okuduğu yalanını uyduruyordu. Tüm salonu ses düzenekleriyle donattı ve artık her şey hazırdı. Kadın birinci yılın dolduğunu filan unutmuştu. Zamanla işleri yoktu. Yıl dönümü akşamı onu romantik bir restoranda yemeğe götürdü. Yemekte eşsiz bir yüzükle evlenme teklif etti ve kadın evet der demez konfetiler patladı, kendinden programlı bir limuzin restoranın önüne geldi ve adam kadını tiyatro salonuna götürdü. Kuliste gelinliği onu bekliyordu. Kadın sürpriz üstüne sürprizler yaşıyordu ve sevinçten uçuyordu. Hemen giyindiler ve sahneye çıktılar. O an alkış kıyamet koptu ses sisteminden. Tüm seyirciler ayağa kalkıp alkışlamaya başlamışlardı çifti. Kadın önce korktu, sonra sevinçten çığlık attı. Masada yine cansız mankenden nikâh memuru ve şahitler vardı. Ama o gece herkes canlı gibiydi. O kadar güzel hazırlanmıştı ki her şey… Adam bile bazen, her düzeneği kendisi programlamış olmasına rağmen sevinçten şaşırıyordu. Filmlerden alınmış ünlü sahnelerden repliklerle karizmatik bir ses nikâhlarını kıydı. Gerçek nikâh defterine imzalarını attılar ve gerçek evlilik cüzdanlarını aldılar. Artık evlilerdi. Hayatı boyunca, o gece mutlu olduğu kadar mutlu hissetmemişti kadın kendisini.
Artık durdukları yerde duramıyorlar, bu sefer dünyayı gezmek için yollara çıkıyorlardı. Yol maceralarını yine kaydediyorlar ve her ânı en güzel şekilde değerlendiriyorlardı. Yıllar böyle geçerken bir süre sonra kadında bir hastalık belirtileri görülmeye başlandı. İlk önce anlamadılar ama belirtileri okudukça kanser olduğunun farkına vardılar. Araştırarak çeşitli ilaç tedavilerini denediler ama nafileydi. Kadın yavaş yavaş güçten düşüyordu. Adam yeniden sağlığına kavuşması için ne gerekiyorsa yaptı ama sanki hastalık onu esir almıştı. Yavaş yavaş ellerinden kayıp gitmesini seyredebildi adam. Ve sonunda hayata gözlerini yumdu kadın. Adam inanamadı. Gerçek olmamalıydı bu. Yıllar sonra gerçek hayata, asıl hayata kavuşmuştu ve şimdi kollarında hayatı ölüyordu. “Hayat, gitme!” diye bağırdı ama artık kadın onu duymuyordu.
Günlerce ölü bedenin başında bekledi adam. Belki bir mucize onu geri getirir diye. Aklını kaybetmeye başlıyordu. Tiyatro salonuna gitti, kapıdaki düzenek yüzünden salona çıktığı an yine herkes onu alkışladı. “İşte” diye bağırdı; “hayat bu yalancı alkışlardan ve kuklalardan ibaret.” Elindeki tüfekle tüm kuklalara tek tek ateş edip parçaladı. En sonunda namluyu kendine çevirdi. Ama yapamadı. “Bu benim hayatım” dedi sevgilisini hatırlayarak. Bu onun ve benim hayatımız ve yaşatmaya devam etmeliyim. Bu dünya bizim dünyamızdı ve hep öyle kalacak. Son nefesime kadar bizim olmaya devam edecek. Evlerine geri döndü adam. Tüm hatıraları, videoları açtı, evi düzenledi, çiçekleri suladı. O evdeymiş gibi davrandı hep. Yıllarca onun hatıralarıyla koyun koyuna yattı. Yaşlanıp artık son nefeslerine geldiğinde, tanıştıkları meydana geldi. Kurumuş büyük ağacın altındaki banka oturdu ve son sözlerini söyledi.
Hoşça kal HAYAT…
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Dostum gerçekten harika bir yazı. İçinden çıkartılması gereken bir çok dersi bu kısa yazıyla aktarmışsın tebrikler. Umarım insanlar bir gün bu hayatın sona ereceğini, asıl anlamların görünenden ibaret olmadığını anlarlar.
Çok teşekkürler yorumun için Serkan, herkesin kendinden bir şey bulacağına inandığım için paylaşma gereği duydum bu kısa öykümü. Ben de aynu temennilerdeyim.
Duygu dolu, sıcacık bir hikaye olmuş tebrikler . Bu evrende ne kadar çok insanla iletişimde olduğumuz değil, gerçekten bizi anlayan , ruhumuza dokunan biri var mı hayatımızda bunu düşündürdü bana .
Ben teşekkür ederim ilginiz için. Kendinizden bir şey bulduysanız hikaye amacına ulaşmış demektir. Doğrudur, ne yazık ki niceliğin nitelikten önde olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bazen tek bir insan, tüm dünyamız olabilir.
“Bazen tek bir insan, tüm dünyamız olabilir.” …… gerisi boşluktur
bazen tek bir insan, hem varlığınız hem hiçliğiniz olabilir…
…gerisi boşluktur, gerisi hiçliktir… Kıyam da bu değil midir, tüm dünyanı bulup, tüm dünya olup, bitip artık geriye kalana, hiçliğe ve boşluğa bakmak. Bitmek, tükenmek ve ayağa kalkmak… Kıyam etmek…
kaleminiz gerçekten etkileyici.hikayenizi çok beğendim. farklı bir düşünce ve boyuta götürüyor insanı okurken..
Teşekkür ederim, dediğim gibi tamamen içimden gelerek bir kafede 45 dakika içinde filan yazılmış bir hikayedir. Aklıma geldi ve bir güdüyle paylaşmak istedim, herkes kendinden bir şey bulabilir diye 🙂
herkesin kendinden bir şeyler bulacağına eminim. 🙂
ve genel de öyle bir anda gelip kısa sürede yazılan yazılar daha gerçekçi doğal hisler geçiriyor insana. daha nice böyle güzel yazılara..
Çevrenizdeki canlı cansız her şeye sevgi ve saygı ile bakınız unutmayınızki evren size sizi yansıtan bir aynadan ibarettir.
Her ruh yeniden deneyimleyeceği yaşam ve yaşam formu için bedenleceğini bilir ve bu deneyimi kabul ve taahhüt eder.Acı çekmesi ve çektirmesi bu taahhüdü unutmasındandır.Yapılması gereken bu bilinci idrak edip yaşanan deneyimi bilgelikle özümsemek,aynı deneyimin tekrarını önlemektir.
Oğuz bey çok teşekkürler. Okurların bilmesini isterim ki şu birkaç cümleyle özetlediğiniz husus hayatın özü, anlamı, sırrı… Çok güzel özetlemişsiniz
. Tüm hayatın bir deneyimler furyası olduğunu birkaç yıl önce okuduklarımdan değil, kendi tecrübelerim sonucu öğrendim. İdrak ettiğim anda bir hafiflik geldi. Hatta bir neşe 🙂 Her şeyin deneyim olması aslında çok eğlenceli. Bunun idrakine varıldığında buradaki pek çok okurun düştüğü o meşhur: “hayat anlamsız bir ilüzyon” buhranından kurtulunabilinir. Hayat bir ilüzyon ama anlamlı bir ilüzyon. Evet bir bilgisayar oyunu gibi ama eğlenceli bir oyun.
Adeta bir film izler gibi her cümlesi zihnimde canlanan harika bir hikaye. Yüreginize sağlık.
İlginiz için teşekkürler 🙂
Yapım yılı 2017 olan Bokeh adında bir film var, hikaye konusu çok benzer. Aynı duygularla okudum. İzlemediyseniz izlemelisiniz 🙂
Dert edindiğimiz şeylerin ne kadar gereksiz ve geçici olduğunu hatırlatıyor insana. Kaleminize sağlık.
Değerli katkın için teşekkürler 🙂 Bu çok eskiden yazdığım (bloga eklemeden daha önceleri) bir kısa öykümdü ve daha sonra çokça benzer yapımla karşılaştım. Kolektif bilinç… 🙂 Bokeh de dediğiniz gibi bunlardan biriydi ve çok hoşuma gitti. Hatta iyi oldu hatırlattınız, blogtaki varoluşçu filmler listesine ekleyelim Bokeh’i de.
Yorumunuza ek bir yorum daha yapayım. Dünyada tek başına kalmalı pek çok senaryo ve kita olduğunu farkettiğimde neden bunları yazdığımızı düşündüm… Aslında bu bir istek, dilek gibi bir şey. Çocukluğumdan beri dünyada tek başıma ya da bir partnerle kaldığımın hayalini kurar, bunun üzerinden kendimş ve hayatı anlamaya çalışırım. Bizim gibi hayata farklı bir perspektiften bakanlar için bazen, adına toplum dediğimi şey gerçekten çok ağır ve dayanılmaz olabiliyor. Bu ve benzeri kısa öyküleri, senaryoları yazanların da benim gibi bu hayale kaçtıklarını düşünüyorum. Evet kaçmak çünkü kaldıramayabiliyoruz bu toplumsal düzende kurulan sistemi. Çarklara ayak uydurmayabiliyoruz ve bu ıssız dünya fantezisine kaçıyoruz hayallerimizde. Bana çok iyi gelirdi hatta bu hayal ama uzun süredir kurmuyorum. Onun yerine nasıl bu toplumun içinde varoluşumuzj gerçekleştirebilirizin hayallerini kuruyorum. Çünkü böylesi, asıl olması gerekeni 🙂
Farkındalık için bu kaçışa ihtiyacımız var. Toplumdaki yargılar, kurallar bizi asıl olmamamız gerekenden ve özümüzden bu hayatta deneyimlemeyi amaçlayıp geldiğimiz ve daha çözemediğimiz potansiyelimizden uzaklaştırıyor. Toplum olmasaydı tüm bu yargılamalar olmasaydı ne olurdu nasıl davranırdım diye herkes sormalı bence kendine. Haklısınız kolektif bilinç 🙂 Son zamanlarda insanlar daha çok arayıştalar. Anlam bulma ihtiyacı var çünkü sahip olduğumuz yada olacağımız ihtiyaçların bir sınırı yok, hiç bir zaman yetmiyor. Nereye kadar bu düzen böyle sürer, daha büyük bir anlamı olmalı diye düşünüyoruz. Sanırım ruhsal bir yolculukta olduğumuzu unutmadan yaşarsak bazı cevapları almaya başlıyoruz. Bu yolculukta ruhumuzu unutmadan yürüyebilmek ve o potansiyele ulaşabilmek dileğiyle.
Hafiften konuyla ilgili gibi hissettim o yüzden bir yazımı da buraya bıraktım 🙂
https://elvancca.blogspot.com/2019/02/senin-yolun.html