Nature – Nurture Çatışması

Ortalama okuma süresi 9 dk.

“Nosce te ipsum”

Yünanistan’daki Delphi şehrinde bulunan Apollon Tapınağı’nın üzerinde yazan bu söz Sokrates tarafından sarfedilmiş ve “Kendini bil” anlamına geliyor. Keza Sokrates; “Kendini tanı, o zaman evreni ve başkalarını tanıyacaksın” der. Zamandan ve mekandan bağımsız bu blog boyunca, kolektif bir şekilde yapmaya çalıştığımız şeylerden biri de bu. Kendini tanıma yolculuğu. Bugünkü yazımızda; insanın doğuştan gelen benliği ve zaman içerisinde inşa ettiği benliği üzerine sohbet edip, kendini bilme yolculuğunda bize yardımcı olacak bir bakış açısı daha geliştirecek ve yolda olmanın zevkine biraz daha varacağız. Keza aslolan yolun sonu değil, yolda olmaktır. 🙂

Nature malumunuz “doğa” demek. Yani doğal olarak doğuştan, kalıtsal faktörlerle bize gelen veriler, davranış kalıplarıdır. Nurture ise “yetiştirme” demek. Yani sonradan, çevresel faktörlerle edindiğimiz hayat deneyimleri ve davranış kalıplarıdır. Bir insanda bulunan ve insanın benliğini oluşturan bu iki yapıdan hangisi daha baskın, birbirleriyle nasıl etkileşime giriyorlar ve insanın gerçek benliğini oluşturan olgular doğuştan mı gelir yoksa sonradan mı öğrenilir gibi sorular bu iki kavramın hayatımız boyunca içimizde çatışmasından doğar. Psikolojide ve felsefede “Nature Nurture Problem” olarak bilinen bu dilemma çok eski bir tartışmadır. Tartışmanın bizdeki karşılığı ise “coğrafya kader midir?” olarak düşünülebilir. 🙂

MÖ 209’daki Çin’de, Çin hanedanlığına karşı gerçekleşen büyük ayaklanma sırasında, ayaklanmanın lideri olan Chen Sheng, retorik olarak şu soruyu sordu: “Krallar yalnızca kendi türlerinden mi doğmuşlardır?” Bu ifade, doğa ve yetiştirme sorununun tarihteki ilk sorgulamalarından biri olarak anılmıştır. Keza bu söz Çin krallığına karşı büyük bir ayaklanmayı ve iç savaşı başlatmış, krallık ve monarşinin sorgulanmasına yol açmıştır. Eğer krallık makamı babadan oğula doğuştan gelen faktörlerle geçiyorsa o halde krallar farklı bir insan türü müdür (mavi kan)? Değilse o halde herkes kral olabilir…

1600’lü yıllara geldiğimizde ise, John Locke’un “İnsan Anlayışı Üzerine Bir Deneme” adlı eserinde “tabula rasa” (boş levha) görüşüyle karşılaşırız. Lock’a göre insan zihni doğuştan boş bir levhadır ve başlangıçta hiçbir veriye, benlik algısına sahip değildir.  İnsan, hayatı boyunca aklını kullanarak (Lock zihin ve aklı birbirinden ayırır ve aklı yüceltirdi) deneyimler elde eder ve bu deneyimlerle kendisini inşa eder. Tabula rasa görüşü, Locke’u her şeyin doğuştan belirli olduğunu savunan kaderci filozoflardan ayırırdı.

Locke’un bu görüşü kendi döneminde sert bir şekilde eleştirildi. Shaftesbury’nin Kontu (yani kraliyet hanedanlık mensubu) Anthony Ashley-Cooper, Locke’un doğuştan gelen fikirlerin olasılığını reddederek “dünyadaki tüm düzeni ve erdemi ortadan kaldırdığını” ve bunun da tam bir ahlaki göreceliğe yol açtığından şikayet etti.

19. yüzyıla gelindiğinde Darwin’in türlerin kökeninin yayınlamasıyla insandaki evrimsel ve kalıtımsal etkilerin ne kadar baskın olduğu yeniden gündeme gelmiş fakat buna karşı görüşler de ortaya çıkmış, tartışma hararetlenmişti. Hatta “Sosyal Bilimler” bu süre zarfında kültürün etkisini “biyoloji” ile ilgili doğuştan, kalıtsal sorulardan tamamen izole ederek inceleme projesi olarak gelişti. Antropolog Franz Boas’ın “İlkel İnsanın Zihni (1911)” kitabında, herhangi bir popülasyonda biyolojinin, dilin, materyalin ve sembolik kültürün (yani çevrenin) özerk olduğunu, her birinin insan doğasının eşit derecede önemli bir boyutu olduğunu, ancak bu boyutlardan hiçbirinin diğerine indirgenemeyeceğini belirtti.

1970’lere geldiğimizde konu daha da ideolojik bir hal aldı çünkü eğer insanı insan yapan değerler doğuştan geliyorsa, bu bilimsel determinizmcilik anlamına gelir ve her şey önceden belirlenmiştire gelir. Bu da pek çok etik davranışın meşrulaştırılmasına kadar gider (bir suçlunun suçlu olma sebebi doğuştan kalıtımsal özellikleridir demek gibi).

İlgili yazı:   Hiç

1990’lı yıllarda genetik çalışmalarının da ilerlemesiyle genetik faktörlerin davranış üzerindeki etkisine ilişkin deneyler arttı fakat bu deneyler tartışmayı sonlandırmak yerine daha da alevlendirdi. 2002 yılında bilişsel psikolog ve yazar Steven Pinker, “Boş Levha: İnsan Doğasının Modern Reddi” adlı kitabında insanın doğuştan boş bir sayfa olarak gelmesi fikrine karşı çıktı ve insan davranışını şekillendirmede evrim ve genetiğin rolünü vurguladı. Tüm insani farklılıkların yalnızca toplumsal etkilerin sonucu olduğu fikrine karşı çıkıtı ve hem doğayı hem de yetiştirmeyi dikkate alan daha incelikli bir anlayışı savundu.

Bilim ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanı insan yapan “şey”in; insan benliğini ve davranışlarını belirleyen olguların doğuştan mı geldiği yoksa sonradan mı edinildiği sorusu uzun bir süre daha cevapsız kalacak gibi duruyor. O haldebiz de tartışmaları bir kenara bırakıp “bireysel cevaplarımızı” bulmaya başlayalım…

Küçükken yemeği sol elimle yemeye çalışır, solla yazı yazarmışım. Erken yaşlarımda bunu fark eden ailem, kendilerine öğretilen kültürel kod ile elime vurmuş ve solla yemenin günah olduğunu, hoş karşılanmadığını bana dikte etmişler. Ben de bir süre sonra sağ elimi kullanarak yemeye ve yazmaya başlamışım… Kendi hayatımda yaşadığım bu ufak anektodu ele aldığımızda çevresel / kültürel kodların hayatımın geri kalanındaki davranış kalıplarımı etkilediğini bariz bir şekilde görüyoruz. Keza bir solak iken sağ elle yazmam öğretilmiş ve artık doğuştan gelen değil çevresel faktörlerle edindiğimi bilgiyi / deneyimi kullanıyorum. Konuya salt böyle baktığımızda kültür ve içinde bulunduğun çevre nihai etkendir demek kolay. (Yani coğrafya kaderdir deme eğiliminde oluruz.) Fakat bu şüphesiz sığ bir bakış açısı olacaktır. O nedenle perspektifimizi genişletelim

Doğuştan sağ elle yazan ve hayatı boyunca bunu değiştirme gereği duymayan bir insanı ele alalım. Bu insan ile önce sol elle yazmaya başlamış, sonradan sağla yazması dikte edilip öğretilmiş birisinin yazma ve düşünme ile ilgili deneyimsel süreçleri aynı olmayacaktır. Çünkü sinirsel çaprazlama sebebiyle, bizler sağ elimizi kullanırken sol beyin küremizde nöral aktiviteler gerçekleşir. O nedenle sol beyin daha baskındır. Buna karşın sol elini kullanan birinde ise bu işlemler sağ beyinde gerçekleşeceği için sağ beyinde daha çok nöral bağ oluşma / gelişmesi söz konusudur. Böylece doğuştan sağ elini kullanan ve hayatı boyunca sağlak olan biri ile doğuştan sol beynini kullanıp sonradan sağlak olan biri arasında bir fark oluşacaktır (bu bir düşünce deneyi olduğu için genelleme yaparak yazıyorum, her durumda böyledir demiyorum). Bu farkın mahiyetini anlamak için sağ ve sol beyin kürelerinin özelliklerine bakalım:

Sağ Beyin Özellikleri:

Beynimizin yaratıcı kısmı sağ lobudur. Kişide sağ beyin baskın olması durumunda aşağıdaki özelliklerden bahsedilebilir.

  • Sağ beyin, görsel ve işitsel konularla ilgilenir.
  • İnsan, sezgilerinde beyninin sağ tarafını kullanır.
  • Aynı zamanda sağ beyin lobu, vücudun sol tarafını (organlarını) yönetir.
  • Görme ve duyma yoluyla öğrenir.
  • Gerçek üstü hayaller kurar, mecaz anlamlarla ilgilenir.

Sol Beyin Özellikleri

Beynimizin mantıksal kısmı sol lobudur. Kişide sol beyin baskın olması durumunda aşağıdaki özelliklerden bahsedilebilir.

  • Matematiksel ve mantıksal işlemlerde başarılıdır.
  • Sebep-sonuç ilişkisini iyi kurar ve analitik düşünme becerisine sahiptir.
  • Kelime, sayı ve sembollerle ilgilenir.
  • Sol beyin lobu, vücudun sağ tarafını (organlarını) yönetir.

O halde doğuştan sağ elini baskın kullanan birinin sol beyni daha aktif olacak; yani daha sebep sonuç ilişkisi kurma ve daha mantıkçı düşünme eğiliminde olacaktır. (Ki genel olarak dünya toplumlarının çoğunluğu sağlak olduğu için mantıkçı, realist düşünce yapısı dünyaya hakimdir.)

Buna karşın doğuştan solak olup sonradan sağlak olan birisinde doğuştan sağ beyin lobu daha aktif olma eğilimindeyken, sol beyni de aktif kullanmayı deneyimleyerek öğrenecektir. Yani hem sezgisel, gerçeküstü yanı hem de mantıkçı analitik yanını aktif olarak kullanmayı deneyimleyecektir. Bu da kendi benliğinin oluşumunda, vereceği kritik kararlarda ve hayata bakış açısında değişikliklere yol açacaktır.

İlgili yazı:   Bilinme İsteği (Kısa Öykü)

(Elbette herkes aslında her iki beyin lobunu da kullanıyor. Bu söylediğimiz, sol beyni aktif biri sanattan anlamaz anlamına gelmiyor. Fakat sol beyni aktif biri bir sanat eserine, bir resme bakıp eserdeki anlatım dilinden, metaforik göndermelerden ve teknikten etkilenirken sağ beyni baskın biri aynı resme bakıp sebepsiz salt güzelliği karşısından kendisinden geçebilir. Aradaki nüans belki bu olabilir fakat yine de çok keskin hatları olmadığını belirtelim. Buna karşın kelebek etkisi sebebiyle bu tür ufak farklar, kişinin karakter oluşumundan ve vereceği kararlarda büyük etkiler yaratabilir.)

Bu vakada doğuştan gelen yetkinliğimizin tek başına belirleyici olmadığını, çevresel faktörlerin de denkleme dahil edilerek bize bir saha açtığını görüyoruz. Bu dualite yani doğuştan ve doğal gelen ile sonradan edinilenin (nature versus nurture) açtığı sahada ikisi arasında bir çatışmaya girişiyoruz. Bu çatışmanın adı bazen inanç olur; (doğuştan, kendi içimizde hissettiğimiz maneviyat ile dışarıda bize öğretilen maneviyat çatışması), bazen maddiyata bakış açımız (doğuştan hiçbir hırsa sahip olmamak ama içinde büyüdüğün aile ya da çevrenin sana hırs ve rekabet pompalaması), bazen de sadece hangi elini kullanacağın ya da yürürken hızlı mı yoksa yavaş mı yürüyeceğin çatışması olur… Keza mizaç olarak sen yolda yürürken hızlı hızlı yürüyen biriysen, bu sana öğretilmemiştir. Doğuştandır (muhtemelen deden de hızlı yürüyordur :). Buna karşın kafanı öne eğip hızlı hızlı yürüme mizacını değiştirip yavaş yürümeyi seçebilirsin. Belki de sevdiğin insan senden yavaş yürüyor ve ona uyum sağlamak, onunla birlikte gezdiğin yerlerin keyfine varmak için doğuştan gelen bu mizacını iradenle değiştirebilir, yavaş yürümeyi seçebilirsin.

İşte asıl sihir ya da tartışmanın kilit noktası burası. Hızlı yürüme huyunu bırakıp yavaş yürümeyi seçen kim? Tüm bu durumlar (doğuştan kalıtım ya da sonradan öğrenim) bizi yaratıyorsa o halde tüm bu durumlar arasında durup aralarından seçim yapan; ne doğuştan ne de sonradan olan kim?

Doğuştan duygusal olup sonra mantıkçı hareket etmeyi öğrenip, yaşı ilerledikçe ikisinin arasında seçim yapanı, özgür ruhlu olmasına rağmen gelenekçi bir ailede yetişip yıllar sonra kendisine karşı gelip tüm gelenekleri yıkmayı seçeni bulursak cevabı da bulacağız. Yani Apollon tapınağının girişindeki yazının gerçek anlamını anlayacak; “kendimizi bileceğiz”. Bu da, içimizde çatışan yanlarımızı bulup onları görmekle mümkün. Doğuştan gelen yanımızla sonradan inşa edilen yanımızı gözlemleyip onlara şahitlik etmekle, bu sayede kendimizi çatışmadan sıyırıp, ortadaki sütunu bulmakla, bizzat orta sütun olmakla, irademizi kazanmakla mümkün. Böylece kendini bilen olup kalıtımla ya da doğuştan bize empoze edilenlerden sıyrılır, ÖZ benliğimizin kendisi olur, ÖZgürce varoluruz.


Bu ayki Patreon destekçilerinden: @AsliSekure‘ye çok teşekkürler. 🙂


Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

1 yorum yapılmış, sen de yazsana :)

  1. Öncelikle yine bir nehirde suyun tatlı akıntısıyla bir olup aktığımı hissettiğim bu yazı için teşekkür ederim. Her biri üzerine uzun konuşulası konular ve kavramlar. Şimdilik son paragrafta yer alan soruya bir soru da ben eklemek isterim;

    -Kendini oluştururken parçalarını seçmede yardımcı olan ve/veya bunu alıp eklemelisin pazılına ki kendini tamamlayasın diyen sinyali hangi merkezden alıyorsun?
    Bu merkezin neresi olduğunu düşünüyorsun?
    O merkez ile aranda filtre veya perde var mı?
    Yani net mi görüyorsun flu mu?

    Sevgilerimle, Dilek, İstanbul, 13:33, 03.12.2023

Lütfen düşüncelerini yaz, bu yorum alanı senin için :)