“Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değmez.” der Sokrates. Gerçekten de hayvandan üstün bir varlık olduğumuzu iddia edip bir de üzerine manevi yaratıklar olduğumuzu söyledikten sonra bu söze hak vermemek yanlış olur. Nitekim maneviyat çığırtkanlığı yapılmasına rağmen her yerde bu genelde sözde ya da boş eylemlerde kalır. İnsanlar bağlı bulunduğu dinin gerekliliklerini zorunluluktan yerine getirir ve maneviyattan bahsederler. Salt maddi düzlemde bir doyum elde etmekle geçer çoğunluğun hayatı ve söner gider. Peki maneviyat bunun neresinde? Çeşidi ne olursa olsun yapılan ibadetten tutun da günlük hayattaki ilişkilerimize kadar manevi hazzı almaya çabalamak gerek, bunun için de anlamaya çalışmak gerek. Salt motomot üzerimize yüklenen vazifeleri yerine getirmek her alanda programlanmış bir robottan öteye götüremez bizi. İşte o nedenle sorgulamak gerek çünkü anlamanın koşuludur sorgulamak. Yapay zeka ile ilgili filmler izlediyseniz eğer robotlar sorgulmaya başladıklarında kendi programlarının dışına çıkıp gerçekten kompleks bir zeka belirtisi göstermeye başlarlar. Nitekim bu bir bilim kurgu değildir, bilimsel olarak kanıtlanmıştır ki yapay zekanın zeka olması için koşulu; programlanmış bir yapının kompleks bir algoritma oluşturarak programlanmamış bir veri üretebilmesidir. İşte o nedenle robotlar kendilerine dönerler önce, kendilerini tanırlar sonra etrafı sorgulamaya başlarlar… İşte o zaman pinokyo gerçek bir çocuk, robotlar da insan olur.
Bu yazıda genel konseptin biraz dışına çıkıp ilişkilerden bahsedeceğiz. Aslında zamanı sorgularken başlangıçtaki yazılarda zamanın eğitici, öğretici ve gelişimi destekleyici yönünden bahsetmiştim. Bu yazı da buna bir örnek teşkil edebilir…
Hayatımızı en çok etkileyen olgulardan biri de sevgi olgusudur. Sevmek, sevilmek, sevilememek… Sorgulayacağımız şey sevgi kavramı olacak. Sevgilimizi neden severiz, o bizi neden sever? Babamızı neden severiz, tanrıyı neden severiz? Yaratıcı bizi neden sever? Biz sevmek mi istiyoruz, sevilmek mi? Vermek mi istiyoruz almak mı?…
Girişte maneviyattan ve hayatı sorgulamaktan bahsetmiştim. Sevgi en manevi değerdir, çünkü sevgiden daha öte pozitif bir manevi olgu yoktur. Ama lafta sevgi değil. İşte sorgulama kısmı maneviyatın özünü oluşturan sevginin, gerçek sevginin kendisini kazıp ortaya çıkartabilir. Sorgulamaya başlarsak ne demeye çalıştığımı direkt anlayacaksınız. Bir annenin çocuğunu sevmesini ele alalım. Anne kendisinden, kendi gen ve hormonlarından meydana gelmiş bir nevi kendi parçasını sever ama öyle bir sevgidir ki bu sevmeye mahkum edilmiş gibidir. Onu sahiplenir ki sevmeye devam edebilsin. Çocuk bir gün kendi bağımsızlığını ilan edip evden, dolayısıyla anneden de uzaklaşmak ister. Lakin anne bırak çocuğunun kendinden ayrı bir yaşam sürmesini, dışarı gittiğinde dahi geç dönmesini istemez ve sorulduğunda sevgiden olduğunu söyler. Bunlar çok klişe durumlar hep karşılaşılan. Şimdi durup düşünelim. Anne kendi içerisindeki huzursuzluk duygusunu yatıştırmaya çalışma eğilimindedir. Çünkü o onun çocuğudur ve onu sahiplenme güdüsü hisseder. Kendi içinin rahatlaması için de çocuğunun sürekli yanında olması gerektir. O yanındayken rahattır. Çocuk nasıl kendi içerisindeki özgürlük ve kendi potansiyelini gerçekleştirme güdüsünü rahatlatmaya çalışmak için eyleme geçiyorsa anne de kendini rahatlatmak hatta çoğu ebeveyn için kendini tatmin etme boyutlarına varan eylemlerin ortaya konduğu görülür. O zaman anne kendi içine dönüp sormalıdır. Ben kendi menfaatim için mi çocuğumu kafese koyuyorum yoksa gerçekten de kendimden ödün vererek onun mutlu olmasını mı istiyorum?… Ben çocuğumu nasıl seviyorum? Sevgi nedir?… Anne eğer sevginin almak değil vermek olduğunu idrak edebilirse, o zaman çocuğunun mutlu olmasını isteyecek, onun mutluluğuyla mutlu olacaktır. Onun mutluluğu demek onun içsel potansiyellerini ortaya çıkarabilmesi demek olacaktır. Çünkü hepimiz dünyaya bu potansiyelleri ortaya sererek başkalarıyla etkileşim içine girmeye geliyoruz zaten. Bu bağlamda sevgi anne için kendi içsel huzursuzluk yaratan sahiplenme duygusundan fedakarlık etmek olacaktır. Çünkü sevgi vermek olduğu kadar fedakarlık da etmektir…
Bir başka vakayı ele alırsak, aşk ilişkileri sevginin sorgulanması gereken en önemli alan olarak karşımıza çıkar. Kadın ve erkek birbirlerinden etkilenip “”çıkmaya” başlarlar. Popüler kültür bu karşılıklı alışveriş ilişkisine bir sistem yaratabilmek adına bazı kelimeler üretmiştir. Aslında bu kendi kendine ortaya çıkan sosyal mühendisliktir. Toplumun kendi kendine kavramlar ve normlar yaratması demek, altta yatan fiziksel ve sosyal çıkarları örtpas etmenin ve istikrarlı bir sistem oluşturmaya başlanmış olmasının göstergesidir. Kadın ve erkek “çıkmaya” başladığında bu şu demek olur: “Fiziksel olarak ben senden etkilendim sen de benden etkilendin ve bunun bir tek eşlilik olmasını sağlamak adına bu simbiyotik ilişkiye bir ad koymamız gerek ve bu ad giriş safhasını temsil etmeli. Böylece sosyal bağımsızlıklarımızı korurken ilişkimiz birbirinden fayda sağlamaya devam edecek. ” Yani karşılıklı çıkar ilişkileri ön plandadır günümüz çoğu ilişkisinde. Kişi fiziksel haz ya da sosyal statü elde etmek için bir partner bulur ve ona seni seviyorum der. Bu sebeple değil midir zaten hızla kavramların içinin boşalıyor olması… En manevi kavram olan sevgi bile böyle kullanılıyorsa şaşırmamak gerek. Simbiyotik ilişki bir süre kendini rölantide beklettikten sonra karşılıklı sömürüler başlar. Bu sadece fiziksel değil duygusal sömürüdür. Kişi karşısındakinin de kendisini sevmesini ister. Hatta sırf karşısındaki de kendisini sevsin ve değer versin diye sever. Çünkü severse sevileceğini bilir. Ama tüm bu sevgi kelimeleri sadece kelimededir. Aynı şu ünlü diyolagtaki gibi: -“Seviyorum de!” -“Hayır.” -“Seviyorum de ulan!” -“Seviyorum!” -“Yalan söylüyorsun!…”
Tüm bunların üzerine çiftler maneviyattan bahseder, oysa yaşadıkları şey asalak ilişkisidir ve en alt derece canlılarda görülür. Tüm bu bozulmanın sebebi sorgulanmayan hayatlardandır… Ben neden onu seviyorum, o beni neden seviyor ve aramızdaki sevgi nedir diye sorgulandığı ve bu içsel olarak hissedilmeye çalışıldığı anda ortada gerçekten bir koşulsuz sevgi varsa manevi haz da arkasından hissedilecektir, işte o zaman maneviyat ve sevgi kelimede kalan değil gerçekten üzüntü kadar net hissedilen değerler olacaktır. Bozulma sebebiyle sevgi kelimesinin önüne gerçek sevgi olduğunu belli etmek için koşulsuz kelimesi getirilmesi şart olmuştur artık. Çünkü koşulsuz sevgi gerçek sevgidir. Karşınızdakinden bir şey beklemeden, onu önce bir insan olarak, sonra kişiliğini, nelerden hoşlandığını, zihnindeki açmazları ve coşkuları, kısacası manevi varlığını yani ruhunu anlamaya çalışarak ona değer beslemek, ona yeni doğmuş bir bebek gibi bakmak koşulsuz sevgidir. Bu anlaşılırsa eğer yaratıcının da yarattıklarını neden sevdiğini anlayabiliriz. Çünkü bizim ona verebileceğimiz hiç birşey yoksa eğer gerçekten, o zaten her şeye sahipse, bizi koşulsuz seviyordur, sadece veriyordur. Biz alıcı konumdayız. Eğer biz de sadece verirsek, o zaman biz de onun yolunda ilerleriz. Sevgi işte bu denli önemlidir, ancak kelimeler yetmez düşünmek ve sorgulamak gerektirir…
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Sevmeyi ve sevilmeyi sadece insan odaklı düşünüyoruz. Oysaki bu konuda en iyi öğretmenler hayvanlardır çünkü saf sevgi onların doğasında var, dikkat edin hayvanları dışlayanlar egosuna sıkı sıkıya bağlı olanlardır, onları örnek alarak Özünde sevgiyle yaşamanın ne olduğunu keşfeden epey insan vardır aslında. Hayvanların hangi koşul Altın’da olursa olsun doğalarında bir sapma olmaz.ne yazık ki bizim gibi Doğadan kopuk ve bütüne ait olduğunu inkar eden bir türle aynı gezegeni paylaşmak zorundalar (Tanrısal planda bu neden gereklidir o da ayrı bir araştırma konusu benim için)
Çok güzel bir noktaya değindiniz, yazımda hayvan sevgisine değinmemiş olmamı, bu eksikliği kapattığınız için teşekkür ederim. Ne güzel söylediniz, doğadan kopuk ve bütüne ait olduğunu inkar eden bir türle aynı gezegeni paylaşmak zorunda hayvanlar diye… Bunun neden gerekli olduğuna bir cevaptır bu da belki. Hayvanlar sayesinde insan koşulsuz sevgiyi öğrenecek, hayvanlar da düşünce kabiliyetlerini ilerletecekler, gelişecekler, evrimleşecekler. Kedi ve köpekler yani insanlar arasında, insanlarla birlikte en çok yaşayan hayvanlar bugün bence evrim basamağında diğer hayvanlara göre oldukça yol aldılar. Bu demek değil ki bir hayvan diğerine göre üstün. Evrim bir bayrak yarışıdır ve her tür kendi içinde bütüne hizmet açısından önemlidir. Kediler ve köpekler, bebeklerde ve çocuklarda sık gördüğümüz taklit yeteneklerini geliştirerek insanları taklit etmeye başladılar. Çok sevdiğim bir video vardır. Kedi esnekliği ve tırmanma kabiliyetini kullanarak, kapının yanında bulunan komidine çıkıp kapının kolunu patileriyle aynı bir insan eli gibi açıyor. Aşağıda da köpek var ve köpeğin mutfağa girmesini sağlıyor. Köpek mutfaktan ikisine de bir şeyler getiriyor. :)) özellikle köpeklerin insanların gözünün içine bakış şekli bile beni çok etkiler. Hayran hayran bakarlar. Tüm bunlarda bir sır yattığını düşünürüm.
Onlar sırra vakıflar zaten, ne kadar insallaşırlarsa o kadar da uzaklaşırlar saf olandan. Onlarda bize benzemeye başlarsa mazallah kimse kurtaramaz dünyayı
🙂 Bu kadar kötümser düşünmeyin bence. Sizi anlıyorum ben de çok kötümserdim ama her şeyin bir sebebi olduğunu idrak ettikçe her şey daha anlamlı hale geliyor. Rudolf Steiner diye bir duru görür filozofun kitaplarını tavsiye ederim. 1900lü yılların başında yaşamış bu adam akaşik kayıtları okuyabilme yeteneğine sahip ve dünyanın oluşumundan bu güne kadar geçen tarihi anlatıyor bazı kitaplarında. Dediğine göre yozlaşma hep varolmuş ama hep bir avuç da olsa bir grup insan bu yozlaşmanın dışında kalıp bayrak yarışını daha ilerilere taşımış…
Entellektüel bakış açısıyla belki iyimser bakılabilir birtakım konulara ama benim gibi kendini Bu Dünya’ya ait hissetmeyenler Çoğunluğun ütopik olarak gördüğü, o asıl Gerçeğin somut kanıtlarından başka bir şeyle iflah olmazlar
kitaplar herşeydir benim için, sitenizde tavsiye ettiğiniz Kitapların çoğunu okudum ama ne kadar okursanız okuyun size okuduklarınızı olumlu yönde uygulamaya yönlendiremiyorsa sadece bilgi birikimi yapmanızı sağlıyor demektir bu da fiiliyatta insanın kişiliğine çok şey kazandırmaz
Bu dünyaya ait olmama hissini iyi bilirim, kendimi bildim bileli hissettiğim bir olgu, arayışa da bu nedenle başlıyor insan zaten. Bu ait olmama hissinde kaynaklanıyor bu güdülenme. Benim özel yeteneklerim yok, sezgilerim gelişmiş değil o nedenle bilgi tek enstrümanım. Pretikte bir şeyler yapabilmemi sağlayan da bilgidir, o nedenle okumak önemlidir. Ama yeni şunun da farkındayım ki bazı bilgiler okumadan da insanın zihninde tefekkür ile tecelli bulabiliyor. Bu da düşüncenin gücüne bir işaret olmalı.
Ben de blogumda bir yazımı şöyle bitirmiştim okuduysanız: “Eğer kötümser düşünmeye başlarsam benim bakış açımda cehennem, dünyanın yanında cennet kalıyor. En azından sadece yanıyorsun… ” Karamsarlıkta kapışırız yani 😀 Dünya en alt kademde bir cehennem elbette ama doğa her şeyin cevabını veriyor zaten. En güzel cennet de doğada en ölümcül fırtınalar afetler de doğada. O halde insanın da güzellik ve kötülükleri bir arada barındırmasına şaşırmamalı. İnsan da hem yapıcı hem yıkıcı. Lakin bir “hasat” beklentisi sizin gibi bende de var…
Blogunuzu yeni keşfettim. Birkaç gündür zevkle okuyorum. 2 yıl önce yaşadığım panik atak bana çok guzel şeyler öğretti. Zaten merak ettigim ve arastirdigim konulari, bildigimi sandigim seyleri idrak edebilmeye basladim. Yolculugum hala devam ediyor. Mesela burada bahsettiginiz insanoglunun kötülüğü de barındırması meselesi. Neden kotuluk var, kaynagi nedir , bir ihtiyac mıdır? Sanki simdiye dek buldugum tum aciklamalar teselliden ibaret gibi geliyor. Sizin degerli fikirlerinizi cok merak ediyorum.
Öncelikle zamanın ötesine hoşgeldiniz. 🙂 İlginiz için teşekkürler.
Rica ederim, herkesin fikri değerli. Önemsizce bir şeyler anlatan birinin sözleri bile… Çünkü biçtiğimiz değeri belirleyen faktör değersiz diye atfettiğimiz, adlandırdığımız düşünceler. Yani değersiz olmadan değerli olmuyor. Kötülük olmadan iyilik olmuyor.
Kötülüğe kavram olarak nasıl yaklaştığımız önemli. Demiurgos & Adem adlı yazımı okumanızı tavsiye ederim.
Varlık ya da madde denen olgu yaratılmadan önce kötü yoktu. Ama iyi de yoktu. Var oluş meydana geldiğinde ilk önce karanlık ve ışık zıtlıkları meydana geldi. İlk zıtlık aydınlık ve karanlık zıtlığıdır. Bilimsel bir bakış açısında kosmosun doğumunda da bu vardır bütün kutsal metinlerde de bu zıtlık vardır ve bu zıtlık sayesinde yaratım meydana gelebilmiş. Yani bugün ben “varım” diyorsan eğer en başta varlık yokluk ikilemini kabul etmiş oluyorsun. O halde iyilik kötülük ikilemini de kabul etmen gerekiyor. Yaratım bu zıtlıklarla gerçekleşiyor. Eğer kötülük olmasaymış en baştan ne gerek varmış derseniz yaratım hiç olmasaymış ne gerek varmış sorusuyla aynı yere gelirsiniz. Bu daha makul bir sorudur. Neden yaratım başladı? Ne gerek vardı? İlim de bilim de aynı cevabı veriyor: Evren ya da tanrı kendini görmek istedi…
O nedenle kötülükte de tanrı vardır. Yıldızlara bakıp ne kadar iyi ve güzel diyorsak yıldızları yutan bir kara deliğe de aynı şeyi söyleyebilmeliyiz. Evren sonsuz bir yaratım ve yok edim dansı.