Bir Pers hikayesinde, cennetin kapısını çalan bilgeye Tanrı içeriden sorar: “Kim var orada?” Bilge cevap verir, “Benim.” İçerideki ses: “Bu evde sana ve bana yer yok.” diye yanıtlar. Bilge oradan uzaklaşır ve derin meditasyonlarında bu cevabı düşünerek seneler geçirir. İkinci kez geri geldiğinde, ses yine aynı soruyu sorar ve bilge cevap verir “Benim.” Kapı açılmaz. Birkaç yıl sonra üçüncü kez tekrar dönüp kapıya vurur ve ses bir kez daha sorar, “Kim var orada?” Bilge haykırır, “Sen!” der. Kapı açılır.
Güvencesizlikteki Bilgelik, Alan Watts
Kapı çaldı. Yaşlı adam müziği son ses açmış, çalan kapıdan bihaberdi. Atölyesinde kendini daha genç hisseder ve ahşapla çalışırken kendisinden geçmesine yardımcı olması için heavy metal parçalar açardı. Üstelik bu sefer çok heyecanlandığı bir oyma kapı üzerinde çalışıyordu ve müzik artık kulaklarında duyduğu bir şey değildi, müziğin kendisi olmuştu. Nihayet müziğin sesi eski moda bir telefon zil sesiyle bölündü. Arayan torunuydu ve kapıdaydı…
Yaşlı adam kapıyı açtı ve içeri davet etti. Genç, hüzünlü bir sesle: “Dede, bazen hangimiz yaşlı, hangimiz genciz bilemiyorum, senin enerjin benden kat kat yüksek.” dedi. Yaşlı adam torununun gözündeki ışığın söndüğünü fark etmişti. Onu el işi bir tabureye oturtup kendini açması için zorladı. Bu sefer kapıları çalan adamdı fakat açmayan gençti.
“Seni sıkan şeyin ne olduğunu anlarsam belki senin sıkıntının yarısını paylaşırım, böylece sen daha az sıkılırsın ben de yeni bir şey öğrenirim bu son günlerimde…” dedi adam torununu açmak için.
“Bilmiyorum dede… Bu yaşıma dek hiç sağlıklı bir ilişki yaşayamadım. Sevdiğim kadınlar muazzamdı, sevgileri muazzamdı, beni de muazzam buldular. Zeki, sevecen, duyarlı ve sevgi dolu biri olarak hayatlarında var olduğum için hep minnet duydular… Ama sevgiyi ve minneti sadece hissettik. Histe kaldı. Yaşayamadık. Hiçbir kızla el ele tutuşup yürüyemedim bile… Bugün Galata Kulesine çıktım. Kuleye çıkanların hepsi istisnasız çiftti. Birlikte tırmandılar, birlikte fotoğraf çekildiler. Bunu benim de hak ettiğimi düşünüyorum.”
Yaşlı adam elindeki macun kalıntılarını temizliyordu. Torununun konuşması bitince göz ucuyla ona bakıp sordu: “Peki bu kadar sevgi dolu iseniz neden yaşayamıyorsunuz sevginizi?”
Torunu iç çekti: “Yan yana geldiğimizde, bana karşı bir çekim hissetmiyorlar. Sanırım o enerjiyi veremiyorum ve bunu nasıl vereceğimi de bilmiyorum. Hissettikleri sevginin hiçbir şeye benzemediğini söylüyorlar, ki ben de öyle hissediyorum. Fakat sıradan bir sevgili olamıyoruz. Hatta biraz önce yanından ayrılıp buraya geldiğim kız… Beni zamanın ve mekanın ötesinde sevdiğini söyledi. Bu sevginin kolektif bir sevgi olduğunu ve aslında seven ve sevilenin birbirimiz olmadığını, çok daha öte bir şey olduğunu söyledi. ”
“Birlik bilinci” diye tamamaladı yaşlı adam torununun sözlerini.
“Evet dede, birlik bilinci. Bunu anlayabiliyorum. Tüm bunları ve fazlasını idrak edebiliyorum. Keza en nihayetinde de istediğim şey buna varmak. Keza senden de çok şey öğrendim fakat şu an, sadece, basitçe iki sıradan sevgilinin yaptığı gibi sinemaya gitmek, Galata Kulesi’ne el ele tırmanmak ya da hafta sonu birlikte kahvaltı yapmak istiyorum… Neyi yanlış yapıyorum?”
Yaşlı adam talaş dolu sakallarını sıvazlayıp ayağa kalktı. Filtre kahve makinasını çalıştırıp boğazını temizledi: “Evlat, sen benim sahip olduğum farkındalıktan daha fazlasına sahipsin. Kadimlerin dediği gibi; ‘babandan daha iyi biri ol’ o nedenle sana yeni bir şey öğretecek değilim, keza öğreten aslında kendinde ihtiyaç duyduğu şeyi öğretir. Onun yerine sana kendi yaşadığım bir deneyimi anlatayım. Malum, evren deneyimler yumağıdır ve dünyadaki herkes birbirine ayaklarından kırmızı bir iple bağlıdır. Kırmızı ipin bir ucundan tutup diğer deneyimlerin düğümünü çözebilirsin.”
Batan güneş, atölyenin içindeki kalasları ve tezgahın üzerinde duran oyma kapıyı sıcak renklerle boyarken, yanık talaş ve kahve kokuları arasında yaşlı adam hikayesini anlatmaya başladı…
“Madem ki Galata Kulesi dedin, ben de Galata’da geçen bir anımı anlatayım. Bir zamanlar ben de senin gibiydim. Ki sen utangaç değilsin, ben bir de utangaçtım. Sevdiğim kıza açılamazdım. Açılsam bile sonuç seninki gibi olurdu. Maddenin üzerinde bir sevgi ve yaşanamamış onca hayal… Yıllarca bunun eril dişil dengesi ile ilgili olduğunu düşündüm. Eril yanımı güçlendirmem gerek ki bir dişil benden etkilenebilsin ve sevgiyi madden de yaşayabilelim… Üzerinde ne kadar çalışırsam çalışayım, sevdiğim kadınlar benim zihnime, düşüncelerime, mental varlığıma aşık oluyorlar ve bu dünya gezegeni üzerinde yürüyen, yemek yiyen, nefes alıp veren bir bedenim yokmuş gibi davranıyorlardı. Düşündüm de… Yaşadığımız şey genetik olabilir.” Yaşlı adam bunları söylerken kahkaha atıyor, torunu ise acı bir gülümsemeyle eşlik ediyordu…
Yaşlı adam kahvesinden bir yudum alıp kırık sesiyle konuşmasını sürdürdü: “Elbette bizler zincir kırıcılarız evlat, demek ki bu zinciri tam manasıyla kıramamışım, bunun için özür dilerim… Dediğim gibi, seninle aynı durumdaydım. Bir gün, bir süredir konuştuğum ve neredeyse benim dişi versiyonum diyebileceğim bir kadınla buluşmaya gittim. Zevk aldığımız, güldüğümüz, etkilendiğimiz şeyler o kadar benzerdi ki… Buna karşın muazzam da özgün yanlarımız vardı. Karakterlerimizin kendine has veciheleri ve algılayış biçimleri vardı. Tüm bunlar muazzam bir uyum getiriyor, sohbetlerimizden büyük keyif alıyorduk. Daha da önemlisi birbirimizi çok iyi anlıyorduk. Anlama kelimesi yetersiz kalıyordu, empati kurmanın da ötesinde, birbirimizi dinlerken birbirimiz oluyorduk. Nihayet bunun sadece mental bir iletişimde kalmaması için buluşma kararı aldık. Üstelik tüm sistem, evren, her şey bu buluşma gerçekleşsin diye biz daha karar vermeden önce organize olmuştu. Her şey tıkır tıkır işlemiş ve türlü işaret, eş zamanlılıkların ardından buluşmuştuk. Fakat muhtemelen buraya gelmeden önce senin de yaşadığın şey oldu ve kadın benden mental, ruhsal olarak etkilendi. Bu etkileşimin daha öteye ya da uzun süreli bir birlikteliğe geçemeyeceğini acı bir dille anlattı. Dünyam yıkılmıştı çünkü bu sefer olduğundan çok emindim. Evren resmen bana kozmik bir şaka yapıyordu ve bu seferki eşek şakasıydı. Ciddi anlamda tüm ümidimi kaybettim. Galata’da çok şık bir pansiyonda kalıyordum. Tarihi bir İstanbul eviydi, neredeyse gotik denecek bir mimarisi ve nevi şahsına münhasır bir dış cephesi vardı. Odama geri döndüm. O günü hiç unutmuyorum… Sıkıntıdan basamakları saymıştım. Tam 72 basamakta odama çıktım. Benim ve o kadının yaşları toplamıydı. Kapı numarası 3’tü, ki sevdiğim kadınla tanıştığımdan beri ikimizin de karşısına sürekli çıkan rakam 3’tü. Odamın kapısının üstünde mavi bir kapı kolu ve etrafında kutup yıldızı şekli vardı. Kutup yıldızı o kadının parmağındaki yüzükte vardı. Kapı kolunun arkasındaki kutup yıldızının vidaları yerinden çıkmıştı koldan bağımsız olarak dönüyordu. Tüm bunlar, kozmik şakacının benimle alay etmenin ötesinde artık bana garezinin olduğunu düşündürtmüştü, daha da sinirlenmiştim. Kendimi yatıştırmak için şarap alıp binanın terasına çıktım. Niyetim şarapla içimdeki ümitsizlikleri ve hüznü yakmak, bu güzel İstanbul manzarası ve boğazın serin sularıyla da çıkardığım yangını söndürmekti. Terasa çıktığımda dikkatimi ilk cezbeden şey yakınlardaki bir otelin terasında parıldayan yazıydı: “MOMENTO”. Muhtemelen otelin ismi bu neon ışıklı tabelada parlıyordu fakat sarı fontların sanki gözleri vardı ve bana bakıyorlar gibi hissediyordum. İkinci fark ettiğim ise boğazın karşısındaki caminin mahyalarında yine sarı ışıklarla yazan “LA İLAHE İLLALLAH” yazısı oldu. Gözlerim, İstanbul’un gece silüeti ve boğaz manzarasının güzelliğine değil sadece bu iki yazıya kayıyordu. Şarabım biterken, spot ışıkları gibi bana çevrilmiş hissi uyandıran bu iki yazıyı ve neden bu yazılara takıldığımı düşünüyordum.”
“Kesin etimolojilerini araştırmışsındır dede hemen.” diye laf girdi torunu.
“Evet, siz şimdi o zihninizi okuyup, düşünür düşünmez size cevabı veren arama motorunu kullanıyorsunuz, bizim zamanımızda Google vardı, ondan öncesinde de ansiklopediler. Sanırım hız istencimizin sonu yok… Her neyse, zaten bir miktar biliyor olduğum iki ifadenin de kelime köklerine ve derinlemesine manalarına baktım. MOMENTO malum hatırat demek. Yani bir eşyanın, geçmişteki bir olayı ya da zamanı, mekanı hatırlatmasına denir. Bir geziye gittiğinde, o geziden hatıra kalması için satın aldığın bir eşya mesela… Hani geçen sene hatıra olsun diye venedikteki festivalden aldığın maskeler… Ancak bu kelime genellikle bu hatıratın bir şekilde özel olduğunu ima eder, özellikle de kişinin hayatındaki özel bir zamanı hatırlattıkları için. Kelimenin geçmişine baktığımda latince “mōmentum” kelimesinden türediğini buldum. Daha da derine indiğimde ise uzağa itmek anlamına gelen ‘meue‘ köküne ulaştım. Proto-Hint-Avrupa dil ailesinden gelen bu kök İngilizcedeki “moment, momentum, motion, motor, move, promote, remote” gibi an ve harekete atıfta bulunan tüm kelimelerin kökenini oluşturuyordu. Kelimenin tarihi tartışmalarını okuduğumda ise zihin, düşünce gibi kök anlamlara ulaşmıştım. Yani MOMENTO esas anlam olarak harekete geçirici bir itki ve zamanın en kısa parçasına (an) atıfta bulunuyordu. MOMENTO, spesifik bir an’ı, zamanı tetikleyen; zihnen harekete geçiren bir hatırat, bir anıydı özetle.”
“ ‘Momento mori…’ eskiden sevdiğim bir kızın kolundaki dövmede yazıyordu, şimdi hatırladım. Ayrılırken çok da büyütme böyle şeyleri diyip kolundaki dövmeyi göstermişti.” diye dedesinin lafını böldü genç adam, biraz da soğuyan kahvesinden içmesi için zaman yaratarak…
Yaşlı adam hırıltılı bir kahkahayla cevap verdi torununa: “Kafa kızmış anlaşılan, hatta dur tahmin edeyim kesin kuru kafa sembolünün etrafında yazıyordur bu dövme. Keza latince ‘momento mori’ deyimi, ölümü hatırlatan semboller için kullanılır; en başta da malum kuru kafa gelir. Çünkü kuru kafa sembolü ölümlü varlıklar olduğumuzun hatırlatıcısıdır. İşin ilginci geçmiş bir anı değil, geleceğe dair bir anı…”
“Momento’yu çözmüşsün. Peki La ilahe illallah?”
“Beni bilirsin evlat, inançlı ama pek dindar biri değilimdir. Yine de, kendimi bildim bileli bu söz öbeği zihnimde tekrar eder. Zor zamanlarımda beni zihnen sakinleştirir. Onun da etkisiyle karşımdaki tepede ışıklar içinde bana bakan bu tümceyi derinlemesine araştırdım, momento ile ilişkisini çözmek istiyordum. Malum, en temel anlamıyla Allah’tan başka ilah yoktur anlamına geliyor. Bazı etkileşimli Arapça-Türkçe çevirilerinde ‘Tapılacak tanrı yoktur, sadece ALLÂH vardır!’ olarak ifade ediliyor. Ama en derine ve aslında en temel manasına baktığında ‘Ondan başka varlık yoktur’ demek. Çünkü O, kendisinde her şeyi ihtiva eder. Doğal olarak ondan ayrı, onun dışında, ondan hariç, ondan başka bir şeyin var olması mümkün değildir. O nedenle tapılacak başka bir şey de yoktur.”
Bu sefer ince sakallarını kaşıyan genç adam oldu: “Hmm, oldukça basit bir anlamı var gibi görünüyor fakat üzerine düşündükçe sanki kara deliklerin merkezini ya da sonsuzluğu düşünmek gibi bir hisse kapılıyorum. Çok zengin bir mana derinliği var gibi…”
“Evet” dedi yaşlı adam gülümseyerek. “Evlat, yine de çok düşünme, dışarı çık, sev, sevil ve hayatı dibine kadar yaşa. Ama bilirim, sende de aynı maya var. Tekeffür etmeden duramazsın… Ben de şu an senin yaptığın gibi basit görünen bu cümle üzerine düşündüm. Ondan başka bir şey yoksa eğer, doğal olarak biz de onun bir parçasıyız. Ondan gayrı olarak kendimizi düşünemeyiz. Şarap bir yandan kafamı bulandırıyor ama zihnimde kıvılcımlar uçuşuyordu. Alkolün bu kıvılcımları yakması ve bir zihin aydınlanması geçirmem an meselesiydi. Bu veriyi MOMENTO ile birleştirdim ve karşıma şu mana çıktı: ‘Şu an yaşadığın an, bu ümitsizlik hissi, sevdiğin kadınla sevgini yaşayamıyor oluşun bir hatırat. Bir andaç. Sana O’ndan başka bir şeyin olmadığını hatırlatan bir anı.’ ”
Heyecanla dedesini dinleyen torun lafa girdi: “O kim? Bu bilgi seni nereye getirdi?”
Sözlerinde öfke sezinleyen yaşlı adam, torununda kendi sabırsızlığını gördü. O da gençliğinde hemen bir şeylerin özüne, temeline inmek istiyor, süreçten zevk almayı unutuyordu.
“O” diye sözlerine devam etti yaşlı adam: “Her şey. Çok basit düşünmem gerektiğini fark ettim. Şu an senin de basit düşünmen gerektiği gibi. O bizden ayrı bir varlık değil. O kim diye sormak bile aslına bakarsan abes. Çünkü bu soru başlı başına onu kendimizden ayrı bir şey gibi görmemize sebep oluyor. Ondan başka bir şey yok dediğimizde tam manasıyla her şeyi kastediyoruz. O her şey. O nedenle bir ‘ben’ yok. Ben dersem de O’nu kendimden ayrı tutmuş olurum. Bu şekilde düşünmek çok zor çünkü doğduğumuz andan itibaren bu benlik ayrılığında yaşıyoruz. Ki bu kötü bir şey de değil. Aksine benliği yaşamak güzel bir deneyim. Fakat kendimizi kaptırdığımızda, elimizde sevilmeyen, acı çeken, sevgisini yaşayamayan, ümitsiz ve düşmüş bir ben kalıyor. O beni toparlamak da çok zor çünkü düşen benin bizzat kendisi, kendisini ayağa kaldırması gerekiyor. Oysa O’ndan başka bir şey olmadığını hatırladığımızda, ben ortadan kalkıyor ve bu deneyimi her şey yaşıyor. Her şey, her yerde, aynı anda… Böylece düşen seni ayağa kaldıracak olan da her şey oluyor. Çünkü hepsi bir, hepsi bütün. Ondan ayrı bir şey yok.”
Genç adam sakinleşmiş gibiydi. Sesi içine kaçmış bir şekilde dedesinin yaşadığı idraki tekrarladı: “ ’Şu an yaşadığın an, bu ümitsizlik hissi, sevdiğin kadınla sevgini yaşayamıyor oluşun bir hatırat. Bir andaç. Sana O’ndan başka bir şeyin olmadığını hatırlatan bir anı.’ Bunu açar mısın?”
“Tabi” dedi yaşlı adam: “O an hissettiğim şey, beni üzecek kimsenin olmadığı idi. Şöyle düşün, evrenin kendisisin. Bir şeyin eksik olabilir mi? Özlemini çektiğin bir şey olabilir mi… Her şey sende ve zaten her şey sensin… Bu arada hikayem de daha bitmedi… Terastan aşağıya, tekrar odama indim. Kapı çaldı, kim o diye seslendim. Dışarıdan eko yapan bir ses bana ‘Sen!’ diye seslendi. Kapıyı açtım ve bu nüktedan ustaların kapıyı değiştirmeye geldiklerini anladım. Ki ev sahibi, bugün dairesinin kapısının değişeceğini önceden söylemişti… Ustalar işlerini bitirip gitti ve o gece çok huzurlu bir uyku çektim. Rüyamda, o güne dek sevdiğim tüm kadınların aynı ruh olduğunu gördüm. Hepsinin bedeni buharlaşıyor ve sadece cisimsiz benlikleri kalıyordu. Bir şekli olmayan, soyut bir şeyi sevmiştim ve o nedenle formsuz sevgiye formlar aleminde yer yoktu. Kendi bedenimi de göremiyor, sadece enerji formunda boşlukta salınıyordum. Hatta gece bir ara uyandım ve uyku felci geçirdim. Bedenim bana ait değilmiş gibi hissettim. Sabah olunca aynada kendime baktım, bendenimi hatırladım. Kendi varlığımı yeniden sevmeyi öğrendim. Koştum, spor yaptım, sinemaya gittim, gezdim…. Sevgiyi bir başkasıyla yaşamayı beklemeden, kendimle yaşadım. Artık tamamen aramayı bıraktığımda ise anneannen karşıma çıktı. Gerçek dünyada, fiziksel formu olan, atom ve atomaltı parçacıklardan oluşan bir kitapçıda tanışmıştık. İlk tanışmamızda, dijital harfler ve internet sinyalleri olmadan, gerçek bedenlerimiz ve ses frekanslarımızla iletişim kurmuştuk. İlk buluşmamız Momento Otel’de gerçekleşti ve karşısında La ilahe illallah yazan cami mahyaları vardı.”
Genç adamın gözleri fal taşı gibi açılmıştı… “Anneannemle tanışma hikayenizi bilmiyordum. Sanırım şimdi duymam gerekmiş. Sanırım anlıyorum demek istediğini dede… Önce kendi kapımı çalmam ve içeri girmem gerekiyor. İçeride benim değil O’nun yani içimde her şeyin olduğunun idrakinde olarak. Sevgiyi yaşayan ben değilim. Sevgi her an, her yerde yaşanıyor. Sadece fark etmem gerekiyor.”
Yaşlı adam torununun omzundan destek alarak ayağa kalktı. Üzerinde çalıştığı oyma kapıyı tezgahtan indirip torununa gösterdi. Bu, üzerinde bir halka ve halkanın ortasında bir nokta olan tirşe rengi bir kapıydı. Kapının alt kısmında ise kutup yıldızı oyması ve mavi bir topuz kulp vardı.
“Hadi” dedi tok bir sesle yaşlı adam torununa: “Şu kapıyı yerine takalım ve kendinin içeri girmesine izin verelim…”
Yaşlı adam ve genç, kapıyı sırtlanıp eski bir pansiyona götürdüler. 3 numaralı dairenin kapısını çaldılar. İçeriden gelen ses “Kim o?” diye sordu. İkili birbirlerine bakarak “Sen!” dediler ve gülmeye başladılar…
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Bugün ben de sevgi anlayışımın geçirdiği evrimi düşündüm çokca. Bir insana duyabileceğim tutku miktarının hayli sınırladığını anladığımda”beden” tarafımda bir incinme hissettim.
Sonra yağmur yağmaya başladı. Terasa çıktım. Yeğenim(3) rahatsız oldu, çünkü yağmurdan korkuyor ve benim yağmur altında kalmamı istemiyor. O ” Tetee gel” dedikçe, “sen gel” dedim. 3-5 kere daha bu durum yaşanınca terliklerini giymeye başladı. Hiç ilgilenmedim. Sadece kollarımı açıp yağmur altında uçak’mış gibi dönmeye başladım. Uçakları çok seviyor. Beni öyle görünce 1 adım attı. Kollarını açtı, adım atmadan uçmaya başladı. Biraz daha uzaklaştım. Kızdı bana. Kuşları gösterdim. Cik cik diye kollarını kanat yaptı, bir de öyle uçtu. Ama bu sefer uçarken yanıma kadar geldi. Beraber uçmaya devam ettik. Rüzgâr çıktı. Kollarimi yana açtım, yüzümü gökyüzüne döndüm ve “Rüzgar, uçur beni” diye bağırdım. O da bağırdı, rüzgarı teninde hissediyordu ama kollarını açamamısti benim gibi, boynu da gerilmişti. Birkaç seferden sonra bu kez, “Yağmur, ıslat beniiiiii.” diye bağırmaya başladım, o da bağırdı. Kollarını açmasını söyledim, açtı. Birkac dakika sonra şapkasını çıkarıp bağırmaya devam etti. Sonra birbirimize bakıp gülmeye başladık. Bir ara sessizlesip sadece kuşların ötüşünü dinledik, yağmur hâlâ yağıyordu.
Bir insan için hissedebileceğim tutku çok sınırlı diye içim acımıştı ama, sonra farkettim ki yaşamaya olan tutkum çok daha fazla artmış. Teknik olarak benim yeğenimi sevme şeklimle karşı cinsten birini sevme şeklim arasında bir fark yok. Sevgime sürecte bolca neşe ve destek eklenmiş. Ve bir taraftan da olabildiğince sıradan. Özgürce sevmek böyle bir şey sanırım.
“Özgürce sevmek” tabiri çok hoşuma gitti. 🙂 Sınırlamadan, sadece sevmek… Salt “oluşta” olmak gibi… Yargısızca, beklentisizce, koşulsuzca sevmek…
Bedenin acıması kısmı sevginin bu dünyadaki üzdüşümlerinden kaynaklı diye düşünüyorum. Birbirine dokunmayan maymunların sinir kriziği geçirdiğini deneylerle biliyoruz. Ya da kendisine dokunulmayan, sarılınmayan bebeklerin öldüğü bir gerçeklikte yaşıyoruz. O nedenle sevginin fiziksel boyutta yaşanması yadsınamaz bir gerçek diye düşünüyorum. Madde mana dengesi açısından… Ve bunu yaşamak için de, senin de işaret ettiğin gibi kendini ve hayatı sevmeli insan önce sanırım. 🙂
Çok anlamlı…teşekkürler
Ben teşekkür ederim güzel mesajınız ve ilginiz için. 🙂
Özgurce sevmekte, kaybetme korkusu veya kendini sevdirme kaygısı yok. Dediginiz gibi sadece oluş var.
Spirituel ego uyandığında, bedenin ihtiyaçlarını görmezden gelme gibi bir durum da ortaya çıkıyor. Ama bunun görmezden gelinemeyecek bir şey olduğunu ve hatta bir noktada o duyguları çok özlediğini kendine itiraf etmek zorunda kalıyorsun. Vücudunun ne zaman nerede hangi kimyasalı salgılaması gerektiğini kendin belirlediğinde sorun çözülüyor aslında. fizik bedenin ve ruhsal alanın ayrı ayrı nimetleri var. Yararlanmak lazım.
Kapıyı çalanın ve kapının ardında olanın tek olması yani dualitenin yıkılışı, kelime-i tevhid ve elif harfinin anlamı,bu kapı örneğiyle ne güzel açıklanmış. Matrix’e de atıfta bulunarak “There is no spoon” mottosunu da hatırlatıp, “Aslında kapı da yok” diye ufak bir katkı da bulunayım ben (O) de.
Bedeni fiziksel ve ruhsal diye ayırmak da belki bir tür dualite.. Kendi içinde kendine yani O’na doğru yolculuğa çıkanların hep yanıldığı bir durak bu. Bu dualiteyi aşmak kolay görünmüyor. Ama fark etmek bile bu duraktan öteye bir adım sayılır.
Guns N Roses’tan bir dize alıntı yaparak bireyim:
“I know that you can love me when there’s no one left to blame”
Beni kendi silahımla (yazının sonuna koyduğum ‘Guns N Roses’ parçası) vurdunuz. 🙂 Bana da Roses yani gülleri kaldı… Hem maddeyi hem de manayı aynı ilişkide yaşayabilenler elbette bunun bir ikilik değil, tekillik olduğunun farkında. Madde ve mana diye bir ayrım yok ÖZ’de. İkisi de aynı şeyin farklı veciheleri. Dediğim gibi bunu hali hazırda yaşayanlar olduğu gibi, sevgiyi salt maddi yaşayıp mana yanının farkında bile olmayanlar var. Ya da bu hikayedeki gibi salt mana yaşayıp maddeye indirgeyemeyen, dengelenemeyenler… Dediğiniz gibi hepsinin farkında olmak belki de elimizdeki tek silah (ya da gül) şu an için.
2=1 demiş Özdemir Asaf , onun öncesinde; “Kim O” diyen Yusuf’a “SİZ efendim SİZ” demiş kapının ardında bekleyen Züleyha, ya da “Leyla’dan geçme faslındayım, Mevlâyı bulma yollarında” demiş MFÖ veya “Bu aklu fikirle Mevla bulunmaz” demiş Yunus.
2=1 ‘i
-bilmek ayrı
-hissetmek ayrı
-yaşamak apayrı
İstanbul; ki onu en güzel tanımlayan “âhhhh Îstanbûl” dur. Büyülüdür, sihirlidir başlı başına her şeyi ile boyut kapısıdır.
İstanbul’da olup da, 2=1’in büyüsü, zaman ve mekandan sıyrılıp İstanbul’un büyüsünün önüne geçemediyse ve İstanbul’un güzelliğini görmeye devam ettiysek o henüz 1+1=2 boyutu değil midir? 2=1 veya “Birlik bilinci” bilinerek, anlam verilerek değil de içinden geçilerek varılacak bir boyut olmalı, öyle değil mi?
Leyla’dan Mevlâ’ya geçmeyi
-bilmek ayrı
-İdrâk ayrı
-Mevlâya geçmek apayrı
Leyla’da yanmadan Mevla idrak edilir mi? Tanımlanabilir, tahmin edilebilir belki , hatta “Her şey sende ve zaten her şey sensin ” dedirtir ama!!! bu akıl ile idrâk edilen bir önerme olarak kalmaz mı?. Onu akıldan geçip, benlikten geçip, yanmadan, dönüşmeden yaşayabilir miyiz? Leyla’nın varlığında benlik ve akıl yitmiyorsa, Leyla’da bile yanmayan o benlik “Birlik bilinci”ne ve “her şey sensin”e varabilir mi?
2=1’de, “Birlik bilinci” de “Her şey sende ve zaten her şey sensin” de; bilinemez, tanımlanamaz, ölçülemez, ispat edilemez, HÂL olarak yaşanır ve yaşandığında bilinir. Sadece bilmek, açıklamak ve kabul etmek yeter mi? yaşamadan, içinden geçmeden, yanmadan, yitmeden “En-el Hak” aşamasına geçilir mi?
Bu kadar çok soru yağmuru oluşturduysa yine güzel ve düşüne daldıran bir yazı olduğunu ispatlamıştır “Sevgiyi Yaşamak” kısa öyküsü 🙂 Eline, kalemine sağlık 🙂 Müzik seçiminin güzelliğini de yine özellikle belirteceğim, yine metnini okumadan açıklayan bir müzik olmuş tebrikler.
kapanış da Özdemir ASAF olsun
2=1
Kim o, deme boşuna.
Benim, ben.
Öyle bir ben ki gelen kapına;
Baştan başa sen.
Özdemir Asaf
“2=1’de, “Birlik bilinci” de “Her şey sende ve zaten her şey sensin” de; bilinemez, tanımlanamaz, ölçülemez, ispat edilemez, HÂL olarak yaşanır ve yaşandığında bilinir. Sadece bilmek, açıklamak ve kabul etmek yeter mi? yaşamadan, içinden geçmeden, yanmadan, yitmeden “En-el Hak” aşamasına geçilir mi?”
Şüphesiz burada işaret ettiğin gibi yaşanması gerekiyor. Kesinlikle bunun bir “hal” olması düşüncene katılıyorum. Sanırım hemen hemen herkes de yaşanması gerektiğinde mutabık. Sadece bazı okurlar ha madden yaşamışsın ha içinde hissetmişsin, hepsi bir değil mi diyebiliyorlar fakat hali hazırda atom ve atom altı parçacıklardan meydana gelen bedenlerimiz olduğu için bu fikre çok sıcak bakamıyorum. Eğer bir gün bedensiz varlıklar olarak yaşamaya başlarsak belki… 🙂 Yine de aksini düşünenler yazabilirse sevinirim, bilgi tartışıldıkça gelişir.
Yaşanması gerektiğinde mutabık olunduktan sonraki aşama, sevginin nasıl soyut alemden çıkıp somutta da yaşanabileceği sorusuna geliyor. Bu kısa öykü de biraz bu “nasıl” sorusuna cevap aramaya çalışıyor.
MAŞALLAH))hep merak ederdim Yüce Allah ile yürümeyi;bu nasıl gerçek olabilirdi;hem şahit olmalıyım hemde yaşamalıyım:hem yaşamalıyım hemde şahit olmalıyım…bu blog başından bu yazıya kadar bunu anlatmaya çalışıyordu ve halen çalışacak))bitmek tükenmek bilmeyen bir tefekkür okyanusu ve onca kubitlik bilgi havuzcukları(bütünde soyut sonsuz-havuzcuklarda somut sonsuz)gelelim yürümeye nasıl olacaktı bu yürüme?cevap ayetlerde ve ayetleri destekleyen 2li 3 lü esmalarda;esmaların terkipsel hareket kabiliyetlerinde… peki neyi yaşamalıyım ve şahit olmalıyım(mucizevi heyecanmı hayretmi olsun istiyorum)Evet uyanık olduğum her an bunları istiyorum;çok güzel mekanlarda bulunmak üst seviyedeki idraklerle sohbet etmek en güzel leziz yemeklerden yemek ve bu idrakten düşürmeyecek bir eş,arkadaş…vs.hayırlıların en hayırlısı;hepsi ayetlerde mevcut;yeterki neyi yaşamak istiyorsak en uygun ayeti bulup o ayeti açığa çıkarmakta mesele;ayetlerin açığa çıkma-çalışma prensibide ışık hızı üstünden-ışık hızına ve duragana doğrudur;inanan herkese başarılar diliyorum,görüşmek üzere hoşçakalın
Esmalarla zikir çalışması yapmak ve öz-yaratımı gerçekleştirmek bir yöntemdir diyorsunuz 🙂 Teşekkürler katkınız için.
Bilinen en eski topluluklardan beridir kelimelerin gücü ve zikir, inancı ve imanı yaşamanın bir anahtarı olarak kullanıldı ve kullanılmaya devam ediyor. Pek çok kişi de dinledim zikir çekerek, esmalarla mucizeler yaşayan… Bunun da üzerine halen tefekkür ediyorum, bir yazı yakındır. 🙂 Özellikle bunun nasıl çalıştığı üzerine. Fakat burda da inanç esas. Yani bir insanın esma ve ayet ya da kendi dininde tekrar ettiği herhangi bir söz neyse, onda etki etmesi için kişinin kendi inanç aleminde de bir adanmışlık, bağlılık olması gerek sanki. Eğer bu adanmışlık ya da tutku yoksa bu zikirler de çalışmaz gibi geliyor
Aynen inananlar içselleştirenler adanmışlar farkındalıklı yaşayanlar yani uyananlar sürekli ayet ve esmaları cemaliyle açarlar çıktı alırlar ve teklik bilincinde yaşarlar,uyuyanlar zaman zaman hem cemalini hemde celalini yaşayıp çoklukta yaşarlar;ne okuduğunu bilen herzaman şüpheden/korkudan uzak şekilde huzurdadırlar))
Umarım tefekkürünüz hayırlı bir şekilde tekliğe erişir ve yazınız bize yakınlaşır 🙂
Bekliyoruz.
Harika bir hikaye, göz yaşları içinde okudum. Hele şu cümlesi beni çok etkiledi ” formsuz sevgiye , formlar aleminde yer yoktu ” çok derin bir anlamı var anlayabilen için.
Gençlik zamanlarımda çoğumuzun yaptığı gibi sevgiyi hep formlarda aradım durdum. Fakat o sevgi ne güzel bir yüzdeydi, ne alımlı bir vücutta , nede tüm bunlara sahip bir formda. Aramaktan vazgeçtiğim bir zamanda onu buldum. O sevgi bu boyuta ait değildi, o herşeydi , herşey de o.
Doğal olarak madde aleminde olduğumuz için burada bazı duyguları maddesel olarak deneyimlemeye geldik. Aşkı sadece formlarda aramak uyanmamış insanların gerçeği. Fakat asıl sevgi formun ötesini görebilmekte, hissedebilmekte ve bu sevgiyi hem ruhsal hemde maddesel olarak yaşayabilmekte. Derler ya ruhunu sevdiğin bir insanın dış görünüşü ile ilgilenmezsin, isterse dünyanın en çirkini olsun o senin gönül gözünde en güzelidir. Kısacası asıl marifet bir insanı sadece ruhen değil formu ile birlikte bir bütün olarak sevebilmektir.
Yazının özellikle değinmek istediği birlik bilinci konusu da göze çarpıyor tabiki. Önce kendini sevebilmek ve sonrada herşeyin içindeki birliği görebilmek marifet.
Bu okul çok zorlu, özellikle tekamülü sevgi olanlar için. Allah hepimize kolaylık versin, en iyi şekilde tamamlamayı nasip etsin inşallah.
Yeliz hanın samimi yorumunuz ve değerli katkınız için çok teşekkür ederim.
Kesinlikle sevgiyi hem madden hem de manen aynı anda yaşamak gerekiyor. İnsanoğlu olarak uçlarda yaşamak kolayımıza geliyor. İşaret ettiğiniz gibi ya salt maddi hazlarda arıyoruz sevgiyi ya da bu kısa öyküdeki gibi salt manevi yaşayıp dünyaya indiremiyoruz. Kişisel olarak madde ve mananın simyasal evliliği üzerine tekamüldeyim ve halen yolun başındayım. Tüm okurlarla birlikte ben de öğreniyor ve ilerliyorum.
Yol uzun ama yolda olmak da güzel. Yolun keyfine varmak anahtar olmalı. 🙂