“Tacım başımda değil kalbimdedir.”
William Shakespeare
“Güllerden taç aynı zamanda dikenlerden bir taçtır.”
Gilbert K.Chesterton
“Hayatın tacı ne mutluluktur ne de yok oluş; anlayıştır.”
Winifred Holtby
“Tanrı’nın suretinde yaratılan insan, yaradılışın tacıydı.”
Walter Lang
Adam ara vermeksizin bir yıldır çalışıyordu. İşvereni bu çabasını ve satış rakamlarındaki yükselişi gördükçe adamın ondan bir şeyler istemesini bekliyor, fakat adam sadece çalışmaya devam ediyor, aksine işini daha da mükemmelleştiriyordu. Patron nihayet dayanamayıp adamın çalışmasını taçlandırmak için o istemeden ona prim vermişti. Adamın “hayatı yaşama taktiği”; direkt istemek yerine çabasının görülmesini sağlamak ve istemeden bir şeylerin ona verilmesiydi. Bunun her ne kadar her zaman işe yaramayacağını bilse de hayattan / insanlardan bir şeyler isteme konusundaki acziyetini bu şekilde tolere etmeye çalışıyordu. Keza bu avans uzun süredir istediği tatilin kapısını ona açmış, parayı patrondan değil, evrenden ona bir avans olarak görmüş ve hemen mini bir tatil planı yapmıştı…
Tatil anlayışı deniz ya da geziden ziyade, farklı bir hayatı keşfetmek, kısa süreli de olsa başka bir insanın hayatını yaşamaktı. Bunun için de otel değil, özellikle Airbnb evleri tutardı. Airbnb sisteminde insanlar kendi yaşadıkları evleri kısa süreli konaklama için başkalarına kiralıyorlardı. Adam da bir başkasının mahallesinde, sokağında, evinde yaşamak nasıl bir duygu; insanlar evlerini nasıl dekore ediyorlar, duvarların ya da kapıların nereleri daha çok aşınmış gibi detayları keşfetmekten büyük haz duyuyordu. Tatil için sadece hafta sonu olduğundan, şehir merkezinde, daha önce hiç yaşamadığı bir muhitte, içerisi çok iyi dekore edilmiş bir ev buldu. Ev sahibiyle uygulama üzerinden yazışıp hemen evi tuttu…
Eve giriş tamamen şifrelerle yapılıyordu. Ev sahibi apartman ve giriş kapısı şifrelerini verdikten sonra ev kurallarını yazıp keyifli bir konaklama diledi. Adam eve girer girmez çok dingin, çok huzurlu olduğunu hissedebildi. Hissetmeyi sevdiği şeylerden biri de evin enerjisiydi. Çünkü her evin kendisine ait bir titreşimi, bir duygu durumu ve havada asılı duran bir kokusu vardı. Evin duygusu, kokusu ve titreşimi bir bütün oluşturup ev sahibinin varlığını yansıtırdı. Ev ve sahibi birbirilerine uyumlanan iki rezonans teli gibiydi.
Adam evin sağını solunu kurcalamaya başladı… Çocukken kurduğu hayallerden biriydi bu. Dünyada tüm insanlar aniden sebepsizce yok olmuş ve sadece kendisi kalmıştı. Adam, bu hayalini her hatırladığında; bu kadar içe dönük bir çocukluk geçirdiği için bir yanı üzülüyor fakat bir yanı da kendi çocukluğunun bu yaratıcılığına hayranlık duyuyordu. Tüm insanların yok olduğu bir dünyada çocuk bedeniyle başkalarının evlerine giriyor, onların eşyalarını karıştırıyor, fotoğraf albümlerine bakıp nasıl bir hayat yaşadıklarını tahmin etmeye çalışıyordu. Şimdi büyümüş ve insanların kendi yaşamakta oldukları evleri kiraya verebilmelerini sağlayan bir sistem sayesinde bu hayalini dünyada hiç kimse yok olmadan yapabiliyor hale gelmişti. Kimseden bir şey istemeden, evrenden isteyerek hayallerinin gerçekleşmesine alışıktı adam fakat bu durum ona bile ironik gelmişti…
Yalnız bu evde hiç fotoğraf yoktu. En son kaldığı evin duvarlarında ve her köşe başında ev sahiplerinin fotoğrafları vardı. Bu sayede, ev sahibinin balıkçılıkla ilgilenen bir öğretmen olduğunu, öğrencilerinin ona verdiği hediyeleri ve hatta ilgilendiği sporları dahi görebilmiş, ilgi alanlarının evinin dekorasyonunda nasıl rol aldığını çıkarabilmişti. Ev sahibi ve evi arasındaki o bağlantıyı görebilmişti. Fakat bu ev; özenle yerleştirilmiş dekoratif şık objeler, hiçbiri fuzuli olmayan fonksiyonel mobilyalar ve komidinin üzerinde duran “Jefferson Airplane” müzik grubunun “White Rabbit” albümü plağı sayesinde hem ev sahibi hakkında çok şey anlatıyor hem de ne ismi ne mesleği ne de görüntüsü hakkında hiçbir ipucu vermiyordu. Airbnb uygulamasında yazışırken de ev sahibinin kendi ismi değil, rumuzu vardı.
Fakat adamın dikkatini en çok çeken şey duvarda asılı duran devasa bir tablo oldu. Bu, bir kral tacının suluboya çizimiydi. Altın renklerine boyanmış bu taç resminden neden bu kadar çok etkilendiğini anlamadı ve evi araştırmaya devam etti. Kahve makinasını çalıştırıp mutfak dolaplarını karıştırmaya başladı. Belli ki çok zevkli olan ev sahibinin kesin çok şık kupaları vardır diye düşündü fakat sadece bir adet kupa buldu. Üzerinde duvarda asılı duran taç resmine benzeyen bir tacın bulunduğu bir kupa… Bu çizim daha da hoşuna gitmişti ve aklına bir gün önce akşama hangi etkinliğe gitsem diye internette gezinirken rast geldiği suluboya atölyesi etkinliği geldi. Bu akşam için yapacak bir şey bulamamıştı ve evde takılacaktı fakat şimdi yapacak bir şeyi vardı: Suluboya resim atölyesine gidip bu taç resmini yapmak… Bu tür atölyelerde, hiçbir resim bilgin olmasa da bir-iki saat içerisinde temel bilgileri alıp atölyeden çıkarken yanında kendi yaptığın bir resimle çıkabiliyordun. Biletini alıp hemen etkinlik mekanına gitti…
12 kişiden oluşan atölyede tüm kontenjan dolmuş, kursiyerler İsa’nın son akşam yemeği tablosu gibi masaya dizilmiş hem birbirlerini hem de boyaları, renkleri tanımaya çalışıyorlardı. Adam masaya oturup eğitmenine çizmek istediği resmi gösterdi. Eğitmen kabaca çizimin ana hatlarını kâğıda karalayıp altın rengini oluşturabilmesini sağlayacak renkleri önüne koydu. Eğitmen, masada adamın karşısında kadına “siz de bunları kullanabilirsiniz, aynı renk paletine sahipsiniz sanırım” dedi. Adam boyaları kadına yaklaştırıp başıyla selam verdi ve çizimini renklendirmeye başladı… Bir süre sonra karşısındaki kadının arada bir kendisine baktığını fark etti. Emin olmak için birkaç kez bakışlarını yakaladıktan sonra kadın adamın tedirginliğini fark edip “Kusura bakmayın, baştan söylemem gerekirdi ama o zaman da doğallığı kaçıyor… Sizi çiziyorum da o nedenle size bakıyorum. Umarım sizi çizmem sorun olmaz, zaten soyut bir çalışma…” dedi. Adam duruma hayli şaşırdı ama bir o kadar da hoşuna gitti: “Yo hiç sorun değil, aksine merak ettim…” Kadın çizimini adama döndürdü ve kendisinin altın renginde bir silüetini gördü. Tıpkı evde gördüğü o taç resmi gibi, buğulu bir camın ardından, akışkan bir silüetti. “Çok etkileyici” diyebildi adam. Kadın sözü devraldı: “Buraya arada bir kafa dağıtmak için gelip, o gün karşıma kim denk gelirse onu çizerim. Hatta böyle bir koleksiyonum var. Modelimi önceden bilememek, o an kim denk gelirse onun olması beni asıl etkileyen şey. Çünkü hayatın bizatihi kendisi de resme dahil oluyor. Ana ve kişiye o karar veriyor, ben değil.”
“Çok etkileyici” diye sadece kendisini tekrarlayabildi adam. Düşün dünyasından sıyrılıp tekrar ana dönebildiğinde ise çizimde adamın başının üzerindeki beyaz ışık hüzmesi dikkatini çekti. “Bu başımın üzerindeki beyazlık nedir?” diye sordu adam. Kadın, bunun kendi yorumu olduğunu anlattı. Her portreye kendi yorumunu katıyordu ve adamı çizerken içine doğan şey de başından içeriye giren beyaz bir ışık hüzmesi imgesiydi. “Aslında okuduğum, araştırdığım ve ilgilendiğim şeylerden etkilenerek çizdiğim bir şey daha çok. Yahudi mistisizmi ilgimi çekiyor ve bir araştırmacı boyutunda bunun literatürünü inceliyorum. İslam’daki Tasavvuf gibi onlarda da Kabala diye bir sistem var ve bunun üzerinden hayatı anlamaya çalışmışlar. Çeşitli semboller ve diyagramlar oluşturarak evrenin yaratılış sistemini formülize etmeye çalışmışlar. O külliyatın içinde de başımızın üzerinden bize sirayet eden bir ışıktan bahsedilir. Bu, sanırım bizde yaratanın nuruna karşılık geliyor. Beyaz ışık başımızdan bize iner ve yaratanla bağlantımızı sağlar.”
Adamın ağzından bir mırıltı çıktı: “Taç…”
Kadın duraksadı. “Evet, taç da denir başımızdan bu ışığın girdiği yere ya da girme anına… Sanırım biliyorsunuz siz de.”
Adam bilmediğini fakat demek istediği şeyi anladığını söyledi. Kendi çizimini kadına doğrulttu ve çizmeye çalıştığı taç resmini gösterdi. Kadının şaşkınlıktan gözleri büyürken adam devam etti: “Sizin Jefferson Airplane dinlemeyi sevdiğinizi, fitre kahveyi aromalı sevdiğinizi, üç ayaklı aydınlatmalardan hoşlandığınızı ve odanın ışığını yönetme konusunda obsesif olduğunuzu da biliyorum. Ki hatta şimdi anlıyorum ki sadece odanın değil, genel olarak ışığı yönetme konusuna meraklısınız.”
Kadın daha önceden tanışıp tanışmadıklarını sordu. Adam da kadının evinde kaldığını, Airbnb’den yazıştığı kişinin kendisi olduğunu açıkladı. Kadın durumun farkına vararak gözlerini devirdi ve arkasına yaslanıp olan biteni açıkladı:
“Evet o evin her yanını ben dekore ettim ve her noktasında benim izlerim var fakat ev benim değil. Kiralayan da ben değilim. Eski erkek arkadaşımın. O evde bana ait olan tek şey bu gördüğün taç tablom. Bunun manevi değeri bende çok büyük çünkü gerçekten kendimi dünyaya ve hayata ait hissettiğim ender bir anda karşıma çıkan bir sembol. Ne zaman hayattan soyutlansam bu taç çizimime bakıp ait olduğum yeri ve kendimi bulurdum. Bir nevi yaratanın beni bu hayata çapalamak için bana verdiği özel bir hediye… Eski erkek arkadaşım ondan ayrılmak istememi kabullenemedi ve ne kadar ısrar edersem edeyim o tabloyu bana vermedi. Oysa onun için hiçbir şey ifade etmiyor. Onun için ifade ettiği tek şey beni esir etmek istemesi. Taç ile yönetmek istemesi. Doğru, taç bir erk simgesidir, gücün simgesidir ama aynı zamanda acının ve zorluğun simgesidir. İkisinin dengesidir…”
Adam kadının gözlerinin donuklaşmaya başladığını görünce aklına gelen çılgın fikirden bahsedip onu yeniden canlandırmak istedi: “Bu şimdi yaptığım resmi özellikle senin tablon boyutunda çalışmıştım. Bunu eve götürüp senin resmini çıkartıp çerçeveye bunu yerleştirebiliriz. Senin resmin kadar iyi değil ama anlamaz, anlasa da iş işten geçmiş olur.” Kadının gözlerinin içi yeniden parladı: “Kesinlikle anlamaz, zaten benim gördüğümü görmediği için ondan ayrılmıştım…”
Adam ve kadın planlarını devreye soktular ve ertesi gün tablonun orijinaliyle profesyonel sanat kaçakçılarına yakışan bir edayla, ormanda, devasa bir ağacın altında yeniden buluştular. Kadın adama: “Eğer alınmazsan sana bunun için teşekkür etmeyeceğim.” dedi. “Çünkü bu resmimi o kadar çok istemiştim ki, hayat bana bunu geri getirmenin bir yolunu buldu.” Adam gülerek: “E doğru, günün sonunda ben sadece bir figüranım.” dedi. Kadın bu figürana sarılıp hayat ağacının altında bir öpücük verdi ve adamın başına, adamı beklerken ağaç dalları, yaprakları ve tohumlarıyla yaptığı tacı taktı. Tam o esnada sabah güneşinin uyuşuk ama göz alıcı ışıkları dalların arasından sızıp adamın başına düştü.
Adam ve kadın cennetten kovulan havva ile adem gibi hayat ağacının altından ayrılıp dünyaya geri döndüler. Birlikte kendi evlerini kurdular ama başkalarının evlerine girip çıkmaya, başkalarının suretlerini resmetmeye ve hayatı bizzat tüm farkındalığıyla, aradaki bağları ve bağlantıları görerek yaşamaya devam ettiler. Ve artık hayattan, evrenden bir şey istemeyi bırakıp bizzat istedikleri şeyi yapmaya karar verdiler. Çünkü ışığın, yaratımın tacını giymişlerdi.
Hayalin, hayatın ve hakikatin kendisi olmuşlardı…
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
[…] şahitlik etme fırsatı sunsun. Bunun için; Yüksek Benliğinden bakman, gözlemci olman ve Yaratılışın Tacını giymen yeterli. Böylece, daha fazla şeye sahip olmayı bırakıp daha fazla şeye şahitlik […]