Özgür İrade, Tekillik ve Sonsuz Olasılık Arafı (Kısa Öykü)

Ortalama okuma süresi 9 dk.

oz_buyucusu_ozgür_irade_tekillik_ve_sonsuz_olasılık_arafi_zamanin_otesi

 

Buraya ait değilim…

Kafasında bu sesle uyandı adam. Birkaç sabahtır yorgun uyanıyordu ama o sabah pek dinç denemese de bedeni dinlenmiş halde göz kapaklarını aralamıştı sessiz salonuna. Her zaman yaptığı gibi yataktan hemen kalkmadı. Hayatı boyunca en sevdiği anlar tüm şehrin uyuduğu gece yarıları ve yeni uyandığı, telefonunun çalmak zorunda olmadığı, mesajlaşma programlarının henüz suskun olduğu sabah vakitleriydi. Caddeden gelen cılız araba seslerine kulak kabartarak tavanı ve varoluşunu izledi bir süre.

“Neden buraya ait değilim ki?” diye sordu kendi kendine. Buraya ait olmadığını söylemek ya da hissetmek ona göre bir ego tümcesiydi. Kendini diğerlerinden ayırmak, belki de üstün görmek demekti.

Her şeyden önce burası neydi? Bu ev mi? Bu şehir mi, bu zaman mı, bu dünya mı, ya da bu evren?

Şehir kesinlikle olamazdı. Bir savaşçı amazon kraliçesinin isminin verildiği bu şehirde doğmuştu. Her ne kadar ismini tek memesini daha iyi ok atabilmek için kesen bir savaşçı kadından alsa da zeytin dallarıyla süslenmiş, barış dolu bir şehirdi. Ev olabilir mi diye düşündü adam. Yerleşeli bir hafta olmuştu ve her gün ayrı bir keyif alıyordu evinden. Nihayetinde hayallerindeki gibi denize yakın, büyük bir salonu olan, içine sinen hatta beklentilerinin ötesinde bir eve yerleşmişti. Her şey akış içinde gerçekleşmiş, neredeyse hiç akışa müdahale etmemiş ve sonuçta her akşamüstü  “bu ev benim mi şimdi” nidalarıyla inanamaz gözlerle koltuğundan açık mutfağına baktığı bu evi bulmuştu.

Bu dünya ya da bu zamana ait hissetmemekle ilgili bir sürü edebi cümle kurabilirdi adam. Nitekim roman yazarları ve kişisel gelişimciler böyle süslü cümleleri severdi: “Siz yıldız çocuklarısınız, siz yeni jenerasyonsunuz, siz sirius yıldız sisteminden geldiniz, siz bir misyonla dünyaya gönderildiniz…” Oysa herkesin zaten bir misyonu vardı: Yaşamak.

Belki de bu evrene ait değilim diye hissetti adam. Aylar önce gittiği tarot uzmanının söyledikleri geldi aklına. “Hmm” demişti adam kartlara bakarak ama sanki kartlar bahaneydi. Akaşik kayıtlardan bir şeyleri okuyor gibi boşluğa bakıyordu. “Parmağında yüzük olması gerekti şu an…” Hangi tarot bakan kişi ya da falcı şu an başka bir konumda olması gerektiğini söylerdi ki insana? Sanki yanlış bir yola girmiş gibi konuşmuştu. Hoş… Yanlış yola giren yolculara kara haberi verip ardından teselli etmek için alternatif yolları söyleyen cadde üstü manavları gibi hemen yeni olası gelecek gerçekliğini mırıldanmaya başlamıştı. Şu an oturmakta olduğu evi ve işini görmüştü.

Belki de bir başka paralel evrende, Haruki Murakami ya da Kafka tarzı derin, umursamaz bir yalnızlığı yaşayan bir adam olarak değil de, evli, ya da en azından bir sevgilisi olan biri olduğunu düşünmeye başladı adam. İnsan uykudayken belki de paralel evrenleri arasında gidip geliyordu, sanki bir gezintiye çıkar gibi… Kendini ait hissetmeme hissinden sıyrılınca sızıp kaldığı koltuğundan kalkıp omlet yapmak için açık mutfağına yöneldi. Dolapta yumurta kalmadığını öğrenmesi geç sürmedi. Ayakkabılarını giyip hemen karşısındaki marketten yumurta almak üzere dışarı çıkmıştı ki kapı otomatik açılan mağaza kapıları gibi kendiliğinden açıldı. Hiç alışamamıştı otomatik açılan kapılara, herkes sanki devr-i alem ilk oluştuğundan beri otomatik açılan kapılar varmış gibi kanıksamıştı ama o çocuksu bir heyecanla önünde kendiliğinden açılan kapılara bakıyordu. Ama bu seferki bir mağaza kapısı değil, henüz bir hafta önce taşındığı, büyük salonu ve çelik kapısı olan eviydi ve çelik kapılar kendi kendine açılmazdı.

Kapıyı açan belki de dünyanın en güzel gülümseyen kadınıydı ve adam ne olduğunu anlamadan ayakkabılarını çıkarmaya başlamıştı bile. “Yumurta bitmiş, biraz da kahvaltılık bir şeyler aldım, çayı koysaydın ya?” dedi kadın nefes nefese kalmış bir halde. Adam o kadar umarsızdı ki çelik kapıyı kapatıp kadının elindeki eşyaları o uzatmadan önce almıştı bile. Yine de bir yandan tüm olan bitene anlam vermeye çalışıyordu. “Hava bugün çok güzel, kitap okuma etkinliği var sahilde, öğleden sonra ona gideriz.” dedi kadın meteoroloji muhabirlerini andıran bir ses tonuyla. Adam kapının yanında elinde poşetlerle kalakalmış ve rüyanın bitmesini bekler gibi pozisyonunu almıştı. Rüyadan uyanma hissinin düşmeye benzediğini biliyordu, ender de olsa deneyimlemişti. Bir yandan bu hissi bu kadar canlı ve rüyasının farkında olarak yaşayacağı için mutluydu. Hep doğaüstü bir deneyim yaşamak isterdi ve belki de bu rüyadan uyanış hali böyle bir deneyim olacaktı. Ama ne kadar beklediyse de hiçbir şey olmadı. Gözlerini açtığında perçemleri alnına düşen bir kadın kocaman gözleriyle ona bakıyordu. “Sen uyandığından emin misin?” diye sordu kadın. Elinden torbaları alırken adamın ellerine dokundu kadın. Bunun üzerine adam bunun bir rüya olmadığını anladı. Ya hafıza kaybı geçirmişti ya da gerçekten o kurgusal olarak düşünmeyi sevdiği paralel evrenlerden birindeydi.

İlgili yazı:   Nuh - Büyük Tufan (Film Analizi)

Yeni durumlara kolay uyum sağlayan adam hiçbir şey olmamış gibi kadına kahvaltı hazırlamada yardım etti. Ne hissettiğine bakmak istiyordu. Yıllarca kara delikler kadar koyu bir yalnızlığı yaşamış olan adam, evde ondan başka biri varken ne hissediyor görmek istiyordu.

Başlarda durum biraz rahatsız ediciydi. Fazlasıyla özgecil olan adam karşısındaki kadını rahatsız etmemek için çok çaba sarf ediyordu. Bir yanı onu bir yabancı gibi görürken diğer yanı onu çok seviyordu. Sonra adam farketti ki bu durum bu paralel evrene özel bir şey değil… Normalde de adam ilişkilerinde sevdiği kadına karşı büyük bir samimiyet beslerken bir yandan da ona özel bir saygı duyuyor, bir nevi mesafe koyuyordu. Adam bunun üzerine çok düşünmüştü gerçi. Her şey dönüp dolaşıp kendini sevmemekte ya da yeterince sevmemekte yatıyordu. Başkasını rahatsız etmekten korkmak aslında kendine karşı samimi olmamaktan ya da kendinden korkmaktan geliyordu. İlişki denen şey adamın ilkel bir yanına göre sanki bir güç savaşıydı. Ya güçlü olup yalnız olmalıydı ya da zayıf olup birlikte olmalıydı. Neden böyle dengesiz bir ilkel benliğe sahip olduğunu bilememişti hiç adam. Şimdi içinde bulunduğu karmaşık durum gösteriyordu ki, ilişki demek kendinle yaşamayı öğrenmek demekti. Kendini sevmeyi öğrenmek…

Birlikte mükemmel bir gün geçirdiler. Aheste yapılan kahvaltıdan sonra kitap okuma etkinliğine gidip denize karşı çimlerin üzerine oturdular ve kol kola kitaplarının okudular. Akşam yemeğini adam yapmak istedi ve soslu pennenin yanına kırmızı bir şarap açtı. Birlikte şarkılar söyleyerek günü tamamladıklarında adam hiç de sabah uyandığındaki gibi hissetmiyordu. Kendisini tam da buraya ait hissediyordu.

Kadının kolları arasında sızmıştı ama sabah uyandığında tekli koltuğunda yine yalnız başınaydı.  Her şeyin rüya olduğunu içten içe biliyor ama bu rüyanın gerçekliği altında şu anki nefes alıp veren anına tam olarak dönemiyordu. Kendini zorlayarak koltuğundan kalktı ve içgüdüsel bir hareketle buzdolabına yöneldi. Üzerinden sadece iki tanesi alınmış yumurta paketini görünce nedense şaşırmadı. Evde yumurta haricinde yaşadıklarının gerçek olduğunu kanıtlayacak başka bir şey yoktu. Ne başkasına ait bir eşya ne de giysi…

Yaşadıklarına anlam vermek için her zaman sembolizmi kullanmaya çalışırdı adam. Elindeki tek kanıt olan iki eksik yumurtadan yola çıktı. Yumurtanın ruh demek olduğunu biliyordu. İki yumurta pişirilmişse eğer iki ruh kabuklarından çıkmış ve aynı tavada pişerek karışıp özgür kalmışlar demekti. Ya da tüm bunlar kendi analitik zihninin bir anlam bulma çabası içerisinde saçmalamalarıydı. Her şeyin neden bir anlamı olmalıydı ki? Kuasarların da, kara deliklerin de var olmalarının kesin bir anlamı vardı ona göre ama bilim adamlarının bunu henüz çözememiş olması yaşadığımız gerçekliği değiştirmiyordu. Anlam bulma çabası kronikleştiğinde yaşadığımız ana zarar vermekten başka bir işe yaramıyordu.

Yine de kutsal bir şeymiş gibi yumurtalara dokunmadan tostla kahvaltısını yaptı. Çayının son yudumunu içerken telefonuna bir etkinlik bildirimi geldi. Bugün sahilde kitap okuma etkinliği vardı. Bu etkinliği telefonuna kaydetmiş ama sonra tamamen aklından çıkmıştı. Teknolojinin, insan belleğinin yerini almaya başlaması yaklaşan yapay zeka devriminin habercisi gibiydi…

Bulaşıkları olduğu yerde bırakarak raftan yarım bıraktığı bir kitabı aldı ve dışarı çıktı. Kapıyı açar açmaz gördüğü manzara halen rüyada olduğunu düşünmeye itti ama artık rüya ve gerçek ayrımını yapmayı da bırakmıştı, çünkü birbiri içine girmişti. Apartman dairesinin çelik kapısının önünde sarı taşlı bir yol uzanıyordu. Etrafı da sanki televizyon programlarındaki sigaraları ya da alkol şişelerini sansürlemek için kullanılan bir bulanık sisle kaplıydı. Sis yoldan başka bir şeyin görülmesini engelliyordu ve turkuaz renkteydi. Daha önce buna benzer bir şeyi hiç görmemişti. İçinde harikalar diyarındaki Alice yada oz büyücüsündeki Dorothy’ninki gibi bir heyecanla adımını sarı taşlı yola attı. Taşlar arnavut kaldırıma benziyordu. Sarının tonu da en sevdiği sonbahar tonlarındaydı.

İlgili yazı:   Koyaanisqatsi (Kısa Öykü)

Sarı taşlar önce sert bir eğimle aşağıya iniyor, sonra kıvrılarak uzun ve düz bir yola giriyordu. Yolda tuzlu su kokusu aldı adam, deniz kenarından yürüyor olmalıydı. Sanki yol ona tüm diğer olasılıkları ve yolları kapatmış ve tek bir kader çizgisi üzerinde yürümesini salık vermişti. Çaresizce ve merakla yolun götürdüğü yere doğru gitti. Bir süre ilerledikten sonra yol geniş bir çimenliğe açıldı. Turkuaz rengindeki bulanıklaştıran sis biraz azalmıştı burada. Etrafta insanlar silüet halde görülüyor, kimisi yere uzanmış kitap okuyor, kimisi de köpeğiyle oynuyordu. “İyi de ben zaten buraya gelecektim, neden böyle bir yol oluştu ki?” diye sordu adam boşluğa. Yolla konuşuyor gibiydi. Sarı taşlı yolun bittiği yerde rüyasında gördüğü kadın tüm netliği ile karşısındaydı. Etrafı turkuaz rengi bir ışıkla hafifçe parıldıyordu. Bağdaş kurmuş, kucağında kalınca bir kitabı okuyordu. Adam kadına yaklaştığında tüm sis perdesi ve yol yok oldu.

“Merhabalar” dedi adam kadına. Kadın buğulu gözlerinin içinde, iris tabakasında yüzdürdüğü tüm adacıkları kaldırıp bahar güneşine karşı ayakta duran adama baktı. Adam hemen yanına bağdaş kurdu ama pek bağdaş kurmayı da beceremiyordu.

“Kuantum fiziği ve tekillik… Cinsiyetçi olmak istemem ama bu tür şeyleri okuyan pek kadın tanımıyorum” dedi adam. Kadın gülümsedi; “Oldukça cinsiyetçi bir ön yargı oldu bu ama seni suçlayamam, haklısın.”

“Şu an hangi bölümdesin?”

“Henüz yeni başladım” dedi kadın. Adam sayılara takıntılı olduğu için gayriihtiyari sayfa numarasına baktı, 33’tü. Bölüm başlığında da şu yazıyordu: “Özgür İrade, Tekillik ve Sonsuz Olasılık Arafı”

Adam hiç düşünmeden adını bile bilmediği bu kadına rüyasını ve buraya gelene dek gördüklerini anlattı. Yumurtaları, sarı taşlı yolu, turkuaz sisi… Kadın bir deli saçmasının anlattıkları gibi değil de ateşin etrafına oturmuş Kızılderililer gibi, şefin anlattığı hikayeyi dinliyor gibiydi. Nitekim Kızılderililer gibi asi bir yüz ifadesi vardı.

Adam bitirdiğinden kadın önce parmak uçlarını önünde açık duran kitaba vurdu ardından da “Tam da bunla ilgili bir şeyi anlatıyor bu kitap” dedi. 33. Sayfayı birlikte okumaya başladılar. Kitaba göre kuantum evreninde sonsuz olasılık vardı ve her şey gerçekleşebilirdi. Dahası her şey şu anda gerçekleşmekteydi. Özgür irade denen olgu, sadece hali hazırda gerçekleşmekte olan olasılıkların arasında bir gezintiye çıkmaktı. Tıpkı yumurta almak için evden çıkıp karşındaki iki marketten birini seçmek gibi. İkisinde de yumurta var ama birini seçiyoruz. Yine de iki yumurta da aynı değil, birinden alacağımız daha fazla protein ileride vereceğimiz bir kararı etkileyebilir ya da diğer marketin sahibiyle tanışmak bambaşka seçimler yaratabilir.

Tekillik ise tüm olasılıkların birleştiği noktaydı. Aslında büyük resimden bakınca tüm olasılıklar bir tekillikti ama pratikte tekillik, başka hiçbir olasılığın ya da seçimin olmaması demekti. Adam “Hmm” dedi. “Sanırım ben bir tür tekilliğin içinden geçtim ve sana ulaştım.” Kadın bir ayçiçeği gibi gülümsedi. Ayçiçekleri güneşe bakarlardı ama nedense kültürümüz ona ay ismini vermek istemişti. Kadın da öyle gülümsüyordu. Güneşe bakan ay gibi…

“Sen benim tekilliğimsin.” dedi kadın adını bile bilmediği bu adamın kollarına sarılırken. Birlikte bir sonraki sayfaya geçtiler.

Sonsuz olasılıkların bir sonraki sayfasına…


Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Subscribe to get the latest posts sent to your email.

13 yorum yapılmış, sen de yazsana :)

  1. Hayatımda okuduğum en sürükleyici, yazının betimlediği şeyleri hayatında hiç duymamış veya görmemiş birisinin bile kafasında resimlerin çakacağı, harikulade bir yazı. Acaba bu bir kitap kesiti mi? Eğer bir kitap kesiti ise lütfen mümkünse ismini ışık hızından halli bir şekilde bahşedin.

    • İlginiz için çok teşekkürler 🙂 Kitap özeti değil, yaklaşık bir saat içerisinde ani bir ilham gelişiyle yazdığım, kendimle ilgili bölümlerde birebir kendimi betimlediğim, diğer kısımları kurgusal olan, bir ilham anında yazdığım bir kısa öykü. Bir başka kısa öykümü okumak isterseniz blog yazıları arasındaki “Kıyamet” adlı yazımı okuyabilirsiniz 🙂

      • Yazının bitmemesini ve sonsuza dek bu cümlelerle sevişerek kendiciğimi doyurmak istedim aslında. Cümlelerin bu kadar hitabi anlamda güçlü olması belki de benzer ilgi alanlarını paylaştığımız sizden çıkmasındandır. Bu tür öyküleri en azından haftada bir almak isterim ben. 🙂 Tabi ilham perilerinin insafına kaldığım da doğrudur. 🙂

      • Kesinlikle ilhamla ilgili. Derler ki yazarlar aslında yazmaz, başka güçlerin kelimelerle ifade edilemeyen hislerini, enerjilerini kelimelere dönüştüren dekoderlerdir. Elbette her dekoder frekansı çevirirken bir yorum katar, kendinden izler bırakır şifreli. O şifreleri de aynı frekanstaki başka dekoderler yakalar. Sizin gibi… 🙂

      • Bu mesaj çok fazla geliyor evrenden. Son bir yıl içerisinde yaklaşık 30 tane defter farklı kişiler tarafından bana hediye olarak verildi. Sanki yaz, durmadan yaz diyor evren ama bu kısa öyküdeki gibi umarsız ve kaotik benliğim düz bir çizgide gitme çabası içerisindeyken, yazmak harekete geçiremediğim bir potansiyelim olarak kaldı. Ama şunu biliyorum, başlarsam devamı gelir. Bu teşvikiniz de benim için çok değerliydi. Teşekkürler 🙂

  2. Yazınızdaki kitap gerçekten var mı? Araştırdım ama bulamadım maalesef, yoksa da bu konuda okuyabileceğimiz kitap öneriniz varsa çok sevinirim.

  3. Yeni keşfettim sizi, yazılarınız çok güzel. Aklımdaki nasıl soracağımı bilemediğim soruların cevabı sanki, hem bilimsel hem de ruhsal olarak, bundan sonra takipteyim, devamını bekliyorum. 🙂 Çok teşekkürler.

    • Çoğu okur senle benzer cümleleri kuruyor ve ben de bundan haz alıyorum. “Nasıl soracağımı bilmediğim soruların cevabı gibi…” Hoş geldin o halde! 🙂 Sen de kişisel yorumlarınla, düşüncelerinle katkıda bulunabilirsin. Burası kolektif bir alan.

  4. “Özgür irade denen olgu, sadece hali hazırda gerçekleşmekte olan olasılıkların arasında bir gezintiye çıkmaktı.” İşte bu kısım çok hoşuma gitti. Sırf şunun üzerine çok daha fazla şey okumak istiyorum bu aralar. Size şimdi Hz. Ömer devrinde yaşanan bir anektodu aktaracağım. O dönemde bir kentte veba hastalığı var ve kente giriş ile ilgili kendisine müslümanlar tarafından soru yöneltilince Hz. Ömer’in “O kente girmeme” kararı alışı ve bu kararın kader boyutunda sorgulayıp “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun” şeklinde gelen bir soruya, “Allah’ın bir kaderinden kaçıyorum, başka bir kaderine sığınıyorum” diye cevap verişini söylesem, bu yazdığınız ile ne kadar örtüştüğünü ve aslında islamın ilk döneminde insanların ne kadar her şeyin farkında olarak yaşadıklarını ve belki de başarılarına bu inanç ve bilgeliğin sebep olduğunu söyleyebiliriz.

Lütfen düşüncelerini yaz, bu yorum alanı senin için :)