“Yaşam döngüsü hep aynıdır. Kurmak için uzun zaman harcanan şeylerin yıkılması için bir saniye bile yeterli olur.”
“Dünyanın sonu, insanın yüreğinin içinden gelir.”
– Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu | Haruki Murakami
“Black Mirror” dizisinin 4. sezon 4. bölümü olan “Hang The DJ” ‘in incelemesine yer vereceğimiz bu yazıda, bu blogun en çok okunan yazılarından biri olan “Ruh İkizi” kavramına farklı bir bakış açısıyla yaklaşacağız.
Black Mirror, bütün sezonlarını yayınlandığı anda ilgiyle izleyip takip etmeme rağmen analizini yapmak için doğru bölümü beklediğim yapımlardan ve nihayet beni heyecanlandıran o bölüm geldi.
Çoğu okurun bu diziyi bildiğini düşünüyorum ama bilmeyenler için şunu söyleyeyim, her bölüm farklı oyuncularla farklı bir hikaye anlatılıyor. O nedenle Black Mirror dizisinin sadece “Hang The DJ” adlı bölümünü izleyebilirsiniz, tüm diziyi takip etmiş olmanıza gerek yok. Nitekim bu yazı bu bölümün analizini içereceği için “spoiler” içerebilir. Yazıyı okumaya devam etmeden önce 50 dakikalık bu bölümü kesinlikle izlemenizi tavsiye ediyorum.
Fark ettiğiniz üzere bu bölüm, daha önceki bölümlerde de birkaç defa değinilen “yapay zekanın bilinçli olması” hadisesinden dem vuruyor fakat Zamanın Ötesi sitesinde ele alınan yapımların ortak özelliği çok katmanlı oluşları yani senaryodan pek çok paralel anlam çıkabiliyor olmasıdır.
Dizinin isminden başlamak gerekirse; “Hang The DJ” ingilizcede bir deyim. Türkçeye birebir çevirirsek “dj’i asın” gibi bir anlam çıkıyor. Partilerde DJ eğer kötü müzikler çalmaya başlarsa dinleyiciler bunu söylemeye başlar, deyim buradan çıkıyor. Müziği yöneten, grubu yöneten, insanlara bir şey sunan lakin bunu kendi zevkine göre ve diğerlerini umursamadan yapan insanlar için kullanılabilir genel olarak. Bu konuya daha sonra geleceğiz, DJ’in kim olduğu yazı boyunca bir tür bulmaca gibi kalsın…
Dizi bir rüya gibi başlıyor. Rüyalar da bilirsiniz ortadan başlar, bir olay örgüsü yok gibidir, sanki hep o mekanda o durumun içindeymişiz de silik bir şekilde bir yerlerinden rüyaya dahil olmaya başlamışız gibi. Rüyanın ne zaman bittiğini eğer rüyadan uyanırsak biliriz ama gece boyunca bir sürü rüya görmüşsek çoğunda ne zaman ve nasıl başladığını bilmediğimiz gibi ne şekilde bittiğini de bilmeyiz. Bu başlangıç ve bitişler siliktir hafızamızda… Ana karakterlerimiz de böyle başlıyorlar. Etrafı duvarlarla çevrili bir şehirde, ellerindeki bir cihazın yönlendirmesiyle o ilişkiden bu ilişkiye gidiyorlar ve şunları sorgulamıyorlar: “Bu duvarlar neden var ve neden bir programın dediklerini yapıyorum?” Bu arada Black Mirror dizisi her bölümde bir sosyal medya mecrasını ele alır. Daha önce instagramı işlediği bölüm de meşhurdur mesela… Bu bölümde ise farkettiğiniz üzere söz konusu ellerinde tuttukları cihaz “tinder” uygulamasına gönderme yapıyor. Tinder bir arkadaş bulma uygulaması. Kullanıcılar bu uygulamada profil açıp kendi profillerine uygun kişilerle eşleşmeyi bekliyorlar. Buna benzer elbette pek çok uygulama var ve bu uygulamalara kaydolurken sizden pek çok kişisel soruyu cevaplamanızı istiyorlar. Film, müzik zevklerinizden cinsel tercihlerinize kadar… Uygulamaların bazıları karakter analizi yaparak ve sizin beğendiğiniz kişilerin profillerini analiz ederek size uygun kişileri öneriyorlar. Yani bu bölümde geçen uygulama çok da ütopik bir şey değil, neredeyse hali hazırda işlemekte olan bir algoritma.
Dizide, söz konusu bu basit algoritma daha da kompleks bir hale gelmiş ve uygulamaya üye olan kişilerin tüm düşüncelerini, tercihlerini, yapıp etmelerini, öfkelerini, sevinçlerini birebir kaydederek simüle edebiliyor. Dizideki şu repliğe bir göz atalım:
Amy: Peki, ya detaylı inceleme yoksa, ya bizi öylece eski düzende bir araya getiriyorsa… Ve bize sürekli bu uygulamanın ne kadar zeki olduğunu söyledikleri için kabullenip gidiyorsak?
Frank: İyi ama yüzde 99,8 başarı oranıyla insanları doğru kişiyle birleştiriyor.
Amy: Ama onların mükemmel eşler olduklarını nereden biliyorsun? Yani, aslında gerçekte tek yaptığı, rastgele bir düzende rastgele sürelerle bizi bir ilişkiden diğerine koyarak yavaş yavaş yıpratmaksa? Her seferinde birazcık daha uysal, birazcık daha kırgın oluyorsan… Ta ki nihai teklifi sunup, işte aradığın budur diyene kadar. O noktaya kadar da öyle bozgun ve öyle yorgun oluyorsun ki… Olduğu gibi kabul edip, rıza gösteriyorsun.
Sonra da hayatının geri kalanını, kendini öyle yapmadığına ikna etmek için uğraşarak yaşıyorsun.
Frank: Tamam. Benim teorimi duymak ister misin? Sistemin rasgele çalışmadığını farz edelim. Dedikleri gibi karmaşık olsun. Pekâlâ, bunları kullanarak bütün
tepkilerimizin verisini topluyor, değil mi? Karmaşık bir profil oluşturuyor. Gelmiş geçmiş tüm çılgınca düşüncelerin, tüm hayallerin, zayıflıkların ve aklından geçen her şey… O zaman uygulamanın kendi düşünceleri de var mıdır?Amy: Pekâlâ, şimdi de şöyle diyeceksin: “Ya bu bizsek ve bir simülasyonda mahsur kalmışsak?”
Frank: Bunu nasıl bilebiliriz ki?..
Tüm bölüm aslında bu kısa diyalogta özetlenmiş durumda.
Amy’nin teorisi aslında günümüz ilişkilerine ve belki de biraz “evlilik” kavramına eleştiri niteliğinde. İzlerken bu diyalog geldiğinde durdurup uzun uzun düşündüm ve gülümsedim. Hakikaten de senarist (Charlie Brooker) seyirciye ve topluma, ilişki anlayışlarımıza orta parmağını gösteriyor burada. Amy diyor ki; hayatın boyunca toplumun, oluşagelmiş değer yargılarının sana dayattığı bir algoritmayla o ilişkiden bu ilişkiye sürükleniyorsun doğru kişiyi bulmak adına. Deniyor yanılıyor, üzülüyor ve her seferinde ya daha kırılgan ya da daha duygusuz hale geliyorsun. En nihayetinde yoruluyor ve “sistem”‘in sana “bu hayatındaki en doğru kişi” dediği kişiyle evleniyorsun çünkü artık daha fazla ilişkiyi kaldıracak gücün yok. Bu olsun işte deyip kendine makul bahaneler sunuyorsun. Dizideki düğün sahnesi, insanın kendini ikna edebilmesi hususunu çok iyi anlatan bir sahne. Sistemin bize bulduğu “doğru kişi”‘nin, hakikaten de aradığımız, istediğimiz, elini tuttuğumuzda bizi heyecanlandıran kişi olduğu konusunda kendimiz ikna edebiliyoruz.
Boşanma ya da ayrılma raddesine geldiğimizde bunun farkına varıyoruz, kendimizi ikna etmeye çalıştığımızın, kendimizi kandırmaya çalıştığımızın ve sistemin dışına çıkmak için çaba sarf etmediğimizin farkına varıyoruz.
Yukarıdaki diyalogda Frank’in teorisine gelirsek, Frank aslında içsel olarak bildiği fakat bildiğinin farkında olmadığı bir şeyi gayri ihtiyari dile getiriyor. Bu bana da çok olur. Kendi ağzımdan çıkan şey üzerine ya da kendi yazdığım şey üzerine uzun uzun düşünürüm ve “cidden ben ne yazmışım yahu” derim. 🙂 Ki zaten cevaplar genelde bilinç dışından gelir…
Frank özetle öğrenen makinelerin (machine learning) bilinç kazanmasından bahsediyor. Bu günümüz yapay zeka tartışmalarının bel kemiğini oluşturan bir kavramdır. Birebir örnek üzerinden anlatmam gerekirse, daha önce “Yapay Zeka & Sosyal Medya” yazımda da bahsettiğim gibi dijital medya yönetim işi yapıyorum ve Google yapay zekası ile birlikte çalışıyorum. Biz baya partneriz çünkü hem ben hem de müşterilerim onunla yaptığımız iş birliği sayesinde yeni müşteriler ve dolayısıyla para kazanıyoruz. Tüm bu sistem veri toplama süreciyle başlıyor. Makine öğrenmesi dediğimiz şey de bu veri toplama sürecinin yazılım tarafından yorumlanması. Google Analytics adlı bir servis var ve bu servis sayesinde web sitenize giren kişilerin karakteristik eğilimleri, ilgi alanları, nelerden hoşlanacağı, hangi sektörlerde oldukları, yaş cinsiyet gibi dağılımları raporlanabiliyor. Bu raporları kullanarak web sitesinde uygulanacak stratejiyi ve reklam kampanyalarını belirliyoruz. Google tüm bunları internette yaptığınız eylemleri izleyerek biliyor ve sizden sürekli veri topluyor.
Bunu kötü bir şey olarak anlatmıyorum. Ben yapay zeka konusunda optimist olanlardanım. Bu teknolojinin ileride insanlığı hiçlik bilincine bile taşıyabileceğine inanıyorum. Black Mirror’un dijital bulutta yaşayan insanlar konusunda bölümleri var, tavsiye ederim izlemenizi.
Google’ın topladığı bu veriler her geçen gün artıyor ve bu veriler simule edilebilir hale geliyor. Yani sizin karakterinizin bir dijital kopyası yavaş yavaş Google sunucularında depolanmaya başlıyor dersek çok da abartmış olmayız. Verilerden oluşan bu kopyayı belirli bir vaka için çalıştırdığımızı düşünelim. Mesela sizden toplanan veriler neticesinde fotoğrafçılık konusuna meraklı olduğunuz verisi Google’ın elinde… Nikon firması yeni çıkaracağı bir fotoğraf makinasının reklamını internette yayınlamak istiyor fakat bunu sadece fotoğrafçılıkla ilgilenenlere göstermek istiyor. Çünkü ilgilenmeyen birine gösterilirse reklam maliyeti doğuracaktır. Google sizin profilinize sahip olduğu için sizin karakterinizi kendi içinde çalıştırıyor ve fotoğraf makinesi alımı tercihini yapıp yapmayacağınızı ölçüyor. Tıpkı bu analizini yaptığımız bölümdeki gibi aslında sizi bir meta ile eşleştiriyor. Yani X kişisi fotoğraf makinesi ile ilgilenir mi diye X kişisinin dijitlal kopyasını ve “fotoğraf makinası” kavramını bir araya getiriyor. Eğer bir eşleşme olmazsa, tabiri caizse elektrik almazlarsa bu da veri tabanına kaydediliyor ve reklam size gösterilmiyor.
Gerçek bir örnek üzerinden dizide bahsi geçen eşleşmenin nasıl gerçekleştiğini anlamış oluyoruz böylece. Tüm bölüm boyunca aslında bir uygulamanın içindeyiz. Gördüğümüz bu şehir, evler, insanlar hepsi birer dijital kopya. Duvar ise yazılımın sınırı. Herkes sadece birbirleriyle eşleşme dışında başka bir faaliyette bulunmuyor çünkü o yazılımın amacı olası tüm eşleşmeleri yapıp programı sonlandırmak ve nihai sonucu bulup uygulamak.
Haliyle yazılımın dışında bir gerçek dünya var. Bu gerçek dünyada, Amy ve Frank (yazılım olmayan, dizinin sonunda bir barda karşı karşıya gelen gerçek Amy ve Frank’tan bahsediyoruz) bu arkadaş bulma uygulamasına üye oluyor ve kendileri için yüzde 99,8 olasılıkla doğru olan kişiyi bulmak için profillerini kaydediyorlar. yazılım Amy ve Frank’ın karakterlerinin birebir kopyasını yazılıma yüklüyor. Hatta dizide bu konu abartılıyor ve yukarıdaki diyalogda da Frank’in altını çizdiği gibi yazılımın içindeki dijital kopyalar da düşünen, bilince sahip bir varlık haline geliyorlar.
Yazılım yüzde 99,8 olasılıkla doğru kişiyi bulmak için Amy ve Frank’ın dijital kopyalarını 1000 farklı simülasyonda, binlerce kişiyle eşleştiriyorlar. Dizinin sonunda gördüğümüz, 998 adet çiftin hepsinin de Amy ve Frank olması da bu sebepten. Neden bu eşleştirmeyi yapıyor? Çünkü yazılımın savı şu: Sizin için en doğru kişiyi bulmak için bir sürü deneme yapmanız gerek. Bir sürü farklı insanlar birlikte olup kendinizi tanımanız gerek. Ama insan ömrü kısa ve doğru kişiyi bulana kadar zaman geçip gidiyor… Onun yerine biz tüm bu eşleşmeleri dijital kopyanız ile anlık olarak saniyeler içinde yapabiliriz. Malum bu bir simülasyon ve saniyeler içinde yüzlerce yıl geçmiş gibi çalıştırılabilir ya da dijital kopyalarınız çoğaltılabilir. 1000 Simülasyonun 998’inde simülasyonun farkına varıp ne pahasına olursa olsun duvarın diğer tarafına geçmeye çalışan çiftler gerçek dünyadaki mobil uygulamada yüzde 99,8 olasılıkla eşleştiniz diye bildirim alıyorlar. Çünkü simülasyona isyan edip başkaldıracak kadar birbirlerini çok seviyorlar, eşleşiyorlar, uyumlular anlamına geliyor.
İtiraf etmem gerek, senaryo ve kurgu karşısında büyülendim ama tam manasıyla özgün de diyemem çünkü başta elbette matrix olmak üzere pek çok referans var. Mesela pek bilinmeyen bir kitaptır; Haruki Murakami’nin “Haşlanmış Harikalar Diyarı ve Dünyanın Sonu” Bu kitapta da bir duvar ve bu duvarın içindeki rutin, anlamsız bir hayat ve bu hayattaki garipliğe uyanan bir adam anlatılır. Bu dizideki gibi, romanda da yazılım dünyası ve bilinç ne demek gibi konular işleniyor, ilgililere tavsiye ederim.
Amy’nin göle attığı taşın her seferinde 4 defa sekmesi bir yazılım hatası. Amy aslında ilk aydınlanmasını orada yaşıyor. Çünkü bunun normal olmadığını fark ediyor. Her seferinde ne çok ne de az sadece 4 defa sekiyor ve hiç değişmiyor. Amy’nin simülasyon içinde bilinç kazanması simülasyonu durdurmasını, alt etmesini sağlıyor.
Peki tüm bunların ruh ikizi kavramıyla ne ilgisi var?
Farz edelim ki şu an Amy’nin de bahsettiği gibi bir testin içindeyiz. Diyor ya bölümün sonunda “bu bir test” diye… Hayat dediğimiz algoritma bizi birileriyle eşleştiriyor ve hatta çoğu eşleşme hiç istemediğimiz insanlarla oluyor. Sürekli şu soruyu soruyoruz kendimize: “Ben neden böyle biriyleyim? Ben neden bunu tercih ettim?…” Her birliktelik bize bir deneyim sağlıyor ve kendimiz hakkında bir şeyler daha öğrenmiş oluyoruz. Ama içten içe hep o nihai kişiyi arıyoruz. Bizi tamamlayacak olanı. İçinize sorduğunuzda içinizden gelen cevap bunun sevgi, aşkın da ötesinde bir tamamlanma isteği olduğu cevabını alıyorsunuz. O kişiyi bulduğunuzda onun doğru kişi mi olduğunu nereden bileceğinizi bilmiyorsunuz çünkü bunun bir matematiği, kuralı yok. Sadece dizide Amy’nin yaptığı gibi elini tutup hislerinizi gözlemliyorsunuz. Özetle böyle bir dünyadasınız. Sizden istenen şey aslında basit:
Bu dünyadan ne pahasına olursa olsun çıkma, duvarın ötesine geçme cesaretini gösterecek kadar çok seveceğiniz kişiyi bulun.
Bu öyle bir kişi olsun ki, onunlayken saate bakmayın. Zamanı düşünmeyin. Anda kalın. Geleceğinize geçmişinize bakmayın. İlişkinin ne kadar süreceğine odaklanmayın ve karşınıza çıkartılan tüm engellere rağmen simülasyonun içinden yani sonsuz döngüden çıkmaya istekli olun.
Ruh ikizi denen şey belki de budur. Defalarca bulduğunuz, belki bulduğunuzu zannettiğiniz, emin olamadığınız… 1000 adet simülasyondan 998’inde mi yoksa o isyan etmeyen ve simülasyonda kalan 2 tanesinde mi olduğunuzu bilmediğiniz… Bildiğimiz tek şey hayat yazılımının önünüze doğal olmayan, absürt derecede büyük engeller koyduğu. Zaman, uzaklık, farklı kültürler, farklı şehirler, farklı hayat görüşleri vs. Bu engelleri aşmak ayrı sorun, aştıktan sonra olacaklar ayrı… Peki ya sadece ardımıza ve önümüze bakmadan duvarın üstünden el ele atlamamız isteniyorsa? O zaman bu simülasyondan uyanıp hakikatte kavuşacaksak?
Hang The DJ… 🙂
Zamanın Ötesi sitesinden daha fazla şey keşfedin
Subscribe to get the latest posts sent to your email.
Sayın…… keşke kimliğinizi tanısam ve size öyle hitap edebilseydim. Her konuda araştırma ve bizim topluma pek de ait olmayan bilginin peşinde koşan karakterinize ve o bilgi ile yaptığınız tüm yorumlara öncelikle saygımı belirtmek isterim.
Bu yazının son cümlesine – birlikte el ele duvardan atlamayı becerebilmiş, 60 yıllık birlikteliği hiç bir sorun olmadan yürütebilmiş olmanın övünç ego suyla algıladığımız gerçek yönünden katkıda bulunmak isterdim. Ancak
O duvarın arkası Martix in bize gösterdiği önemli bir durum- Gerçeğin her daim kendimizi daha iyi bir durumda hissedemeyeceğim idi. Kimin olduğu, düzenlediği belli olmayan ve belki de hiç bilemeyeceğimiz bu hayatın içinde de bir çok durum bize doğuştan yazılan programlarla kırmızı hap yutturulmuş olarak sunulmaktadır kanısındayım. Daha çocuk yaşta orta okul arkadaşıma aşık olup sonradan evlendiğimde yuttuğum hapın sonraki 50 yıl boyunca küçük dozlarda enjektesi ile kıyak kafa ile yaşadığımı,tüm çocuklar evlenip çekip gidince anladım. Çünkü artık bana her yönden ihtiyacı kalmayan alt nesil için yaptığım her özveri, her emeği zevk alarak yerine getirmemi sağlayan hapımı kesmişler, beni kullandıkları oyundan dışlamışlardı. Son zamanlarım geldiği belli ki sorguluyorum.
Yaşamın başkalarını iradesi olduğu, bizim hiç bir seçim hakkına sahip olmadığımız bir kurgu, sizin yazıda konu ettiğiniz bir simulasyon misali DNA larımız da ki kodlardan da açıkça belli gibi. Elinize sağlık
Öncelikle o güzel ellerinizden öpüyorum, ne güzel ifade etmişsiniz kendinizi. Sizi oyunun dışında bırakanlar oyunun içinde hapsolmuşlardır, boşverin siz oyunu dibine kadar oynamış ve artık oyundan çıkmışsınız, DJ’i asmışsınız, ne mutlu size 🙂 Çok teşekkürler bu içten yorumunuz için. Bu kadar güzel bir insan olduysanız tüm yaşadıklarınızın bunda etkisi vardır ve aslında oyunu kuran da sizsinizdir. Kendinize haksızlık etmeyin 🙂
Bu arada hakkında kısmında da belirttiğim gibi, Ahmet adım, çok memnun oldum 🙂
Uyandım ve içimde bir ferahlık vardı,güzel bir enerji sarıverdi yüzümü yıkadım aynaya baktım bayağı yakışıklıymışım enerjik hissediyorum,sokaga çıkıyorum herkesi gülümseyerek selam veriyor alıyorum arkaşlarla cafede buluşıcam oturuyorum masaya beni tamamlayan bir bakış kalbim çarpıveriyor nutkum tutuldum kelimeler karıştı,kıpır kıpır oldu anın içinde kayboldum zaman durdu.sanki sonsuzluğun derinliğine doğru yolculuk yapıyor karşımdaki kişi var la yok arasında bişey ışık süzmesi gibi;dokunmak bile marifet,öylece o anda kaldı gitti.ama rahatladım huzurla doldu içim bidaha da görmedim görmek istemedim o anki sihir bozulmasın öylece hatıramda kalsın yeter:))ertesi günü uyandığımda bi10 yaş gençleşmişim.dj asmak yerine müziğinin ritmine ayak uydursak mı kendimiz mi ritim yaratsak bilemedim
Tam da bu konuyu, bu yazıyı yayınladıktan sonra bir iki kişiyle tartıştık. Acaba isyan edip karşı gelmek yerine ritme ayak uydurup akışta mı olsak diye… Çünkü hakikatten de ince bir çizgi bu. Duvarın arkasına geçenlerle sohbet ettim ya da geçtiğini düşünenlerle, duvarı geçmeyi boşverip bezip yorulup sistemin verdikleriyle anda kalanlarla konuştum… Mutlak bir gerçek yok elbette, her insan farklı bir paralel evren, farklı bir bakış açısı. Lakin kendimizi kandırmamak gerekliliği hepsinde de ortak değer olsa gerek. Dj’in çaltığı parçaya ritim de tutabilir, kendi müziğimizi de yaratabiliriz. Ne yaparsak yapalım, eğer farkındaysak yaptığımızın çok da önemli değil gibi yaptığımız şey, verdiğimiz karar 🙂
İnsan anlıyor, biliyor, hissediyor… Eğer DJ’in çaldığı parçaya ayak uydurduğunuzda kendinizi helyum dolu bir balon gibi, havada bir yerlerde, zamanının dışında, amaçsızca asılı kalmış gibi hissediyorsanız… büyük bir anlamsızlık içinde kıvranıyorsanız… yaşamakla ölmek arasında bir fark kalmadıysa… günden güne ışığınızın söndüğünü hissediyorsanız… isyan edip duvardan atlayın gitsin.
Güzel bir yol haritası oldu bu yolunu kaybetmişlere 🙂 Teşekkürler.
Teşekkür ederim. Keşke terziler kendi söküklerini dikebilse… 🙁
Bilirim. 🙂 Hep öyle olur. Muhtemelen bunun bir açıklaması da vardır… İnsan kendi durumuna dışarıdan bakamıyor ama başkasına dışarıdan bakabiliyor. Kendi yaşadıklarıyla da perçinleyince harita çıkartmak kolay ama o haritayla yola çıkmak zor oluyor… 🙂
Çok doğru söylüyorsunuz; içeriden bakınca anlayamıyor insan.
Zamanlamayı tam tutturmak mı önemli yoksa zamanlama her daim doğru mu, benim çözemediğim bu. Çünkü, atlamakta geç kalınca düştüğünüz yer yine aynı boşluk olabiliyor. Ya da bize mi öyle geliyor acaba…
Teşekkürler ilgin için 🙂
Hocam merhaba.şimdiye kadar yazılarınızdan deneyimledimiğize göre şu son noktaya vardım.egolarımız öldü,tekamül ettik ve koşulsuz sevgi saygı yardımlaşma çerçevesinde çok iyi hissederek imgelemeye başladık ve titreşimlerimiz yükseldi,yükseldikçe gezdiğimiz yerlerde aynı titreşim frekanstaki insanlarla tanışmaya başladık,huzurla doldu içimiz,geçen ay kieve gittim hiçbir kötü olayla karşılaşmamamın yanında karşılaştığım alkollü kişiler bile çok kibarlardı:))havalimanında karşılaştığım 2 kişiye tatilleri nasıl diye sorduğumda,her gittikleri mekanda kavgalardan ve küfürleşmelerden bahsettiler;yani benim gittiğim kiev farklı onlarınkinin farklı olduğunu hissettim,başka yerlerede gittikten ve geldikten sonra dolaştığım diğer ülkelerin haberlerine baktım ve gerçektende benim bulunduğum tarihlerde olaylar olduğunu okudum ama benim için o olaylar perdelenmiş (madde/mana alemi)ve hep eğlenmiştim şükürler olsun.ayrıca imgelediğim kişilere yakın kişilerlede karşılaştım.birde harika hissederek biryere gitmeye karar verdiğinizde en ucuz uçak/otobüs/otel fiyatları sizin karşınıza çıkıyor.yani apayrı bi dünya oldu
Aynen öyle, altına imzamı atarım bu söylediklerinin. 🙂 Benim için de böyle. Ben hayatımda hiç kavgaya karışmadım, hiç dövüşmedim, hiç başıma felaket denecek bişi gelmedi. İnanılmaz güvenilir insanlarla tanıştım hep çünkü benim güven sorunum yok. Herkese, yeni tanıştığım insanlara, insanların yabancı diye adlandırdığı insanlara bile koşulsuz güvendim. Oysa mesela kimisi eve gelen kargocudan kıskanır, karısını saklar vs. Ben en değerli eşyalarımı bile kırılır eder demeden başkalarına veririm, hiç de bişi gelmez başlarına. Vesvese ve evhamla değil aklımda hiçbir düşünce olmadan hareket ederim ve akış bana dediğiniz gibi insanları getirir.
Hocam merhaba,the geteway filmini yorumlarmısınız rica etsem,teşekkürler
🙂 Çook teşekkürler harikulade yorumunuz için. Bu blogun yüzde 50’si yazıysa yüzde 50’si de yorumdur ve insanlar yazılardan daha çok, başkalarının yazılara yaptıkları içten yorumları okuyarak idrakler yaşıyorlar, işaretler alıyorlar. Ruh İkizi adlı yazımın altında yüzlerce ruh eşi / ruh ikizi deneyimi yorumu var ve çoğunluğu umutsuzca yazılmış paragraflar. Herkes bu imkansız gibi görünen ilişki türünden mğüzdarip. Masalsı ama imkansız çünkü engeller emsafeler yaş vs. vs. bir sürü engel oluyor hakaten de bu tarz ruhsal birleşmelerde. Sizin bu paylaşımınız böyle okurlara da ilham verecektir. Umut verecektir. O nedenle çok teşekkürler paylaştığınız için. 🙂 DJ’yi asmışsınız.
Asıl ben teşekkür ederim böyle güzel bir blog hazırladığınız ve emeğiniz için.dediğim gibi her bir yazıyı ve yorumları teker teker okuduktan sonra bu konu altına yazmak içimden geldi.anlatış biçiminiz çok yalın açıklayıcı ve sorgulatıcı.Enerjinizi hissettiğim için teşekkür notuyla birlikte şu an ki halimizi UMUT olsun diye paylaşmak istedim 🙂 Ruh eşleriyle ilgili birbirlerinin zıt yönleri olduklarından dolayı birlikteliklerinin kısa süreceği genel kanısı mevcut.Bilincin yükselme durumuna göre bütün genel kuralların geçici olduğunu belirtmek isterim.Mucize dediğimiz şeyler hakikate,imkansız dediklerimiz mümkül hale gelebiliyor.Yakıtı UMUT 🙂 Bu kelime öyle bir maymuncuk ki açmadığı kapı yok yeter ki istikrarlı bir titreşimle ne oluyorsa,ne yaşanıyorsa,ne bedel ödeniyorsa yılmadan başı göğe çevirip derin bir nefes alarak UMUT yıldızının peşine takılmakta.Bu sayfa yazma isteği uyandırıyor insanda okuma hevesiyle birlikte 🙂 Müsadenizle biraz daha akacağım…Simyasal evlilik,ruh eşleri,dişi-eril enerji konularının tamanıma örnek teşkil etmesi açısından…
Ben ruhen hermofrodit fiziken bir dişi idim.Hayatı bir yolculuk olarak gördüğümden bir sırt çantasına sığacak kadar yaşadım,meta biriktirmedim.Misafir kontenjanından katılıyorum derim 🙂 Bir yerlerde benim bir yarım olduğunu bilen ancak aramanın peşine düşmeyip hayatın ritmiyle akışta akarak an da kalandım.Bu Karmamda kavuşmak varsa? Bir gün karşıma çıkacaktı zaten,çıkmasa da bir sonra ki boyutta bulacaktım onu telaşem yoktu.bu yüzden çok bireysel algılanır çok iyi arkadaşlıklar kurmama rağmen özel ilişki bazında teklif bile almazdım ki alsamda red edeceğim aurası vardı 🙂 eşimle 3 yıl bir kaç kere telefonda konuşmak ve toplu yorum yazışmaları dışında yüzyüze gelmedik hatta bir ara enerjimiz zıtlaştı ve onu listemden bile uzaklaştırdım 🙂 1 yıl kadar hiç kendisiyle bağlantı kurmadım.İkinci bağlantı halimizden sonra daha mesafeli olsakta selamlaştık.hatta aylar sonra ben kendisine ilgi duyduğumu söylediğimde şaka yaptığımı sandı 🙂 Bir araya geldiğimiz ilk gün birbirimize sarıldığımızda vücudumuzdan havai fişeklerin patladığını sandık sarsıldık renk cümbüşü içinde kaldık ve ikimizde o kadar emindikk ki bu bilinç halinden bir bilgiydi bir gün daha ayrı kalmamak üzere hemen birlikte elele yürümeye başladık.Birlikteliğimiz şahane olsa da bireysel yolculuğum katman katman soyuldu bu sürede.Hermofrodit ruh halim ve bireysel alışkanlıklarım bir sürü oyun oynadı bize 🙂 eşim ve ben tüm bunların sebeplerini bildiğimizden bir öğrenci gibi adım adım ilerledik ve olursa olsun elimizi bırakmadık.Birlikteliğimiz öyle kuvvetli bir enerji dalgası oluşturuyordu ki,pek çok enerji grubu baskısıyla ayrılmamız için türlü oyunlar oynandı ve hepsini etap olarak görüp yara bere alsakta aşkımızı BİR bilinçte muhafaza ederek yürümeye devam ettik.Dış çember enerjilerden soya soya iç çembere kadar vardık ve dj’i astık 🙂 Sanırım bu ruh eşlerinin ayrılığı genel kanısı bu etaplar nedeniyle yansıyor ancak geçilebilir biz bunu söylemek istiyoruz.Çok zorlu kabul ediyoruz ancak o an ne olduğunun bilincinde kalarak bunun bir tür sınav olduğunu idrakten çıkarmadığınızda final ipini göz yaşları ve derin bir huzur eşliğinde göğüslemeniz kaçınılmaz 🙂 Tabi hikaye burda bitmiyor 🙂 Bütün etaplar geçildiğinde ben ruhende bir dişiye dönüştüğüm an ” erken menapoz ” teşhisiyle şok olduk.Nasıl yani ? Önce enerjilerimiz eril-dişil dengesine geldi şimdi bu nesi derken hemen toparlandık ve biz bu etabı da geçeceğiz diyerek kolları sıvadık.Gittiğimiz bütün doktorlar yapılacak bir şey yok bu hormon değerleriyle çocuk sahibi olmanız imkansız yanıtı aldık.son doktorum ” ancak bir mucize olabilir sen gene de umudunu kaybetme ” dediğin de İŞTE BİZ BU MUCİZEYE TALİBİZ 🙂 dedim ve çıktım.Adımı da son hormon bükücü koydum 🙂 ben bu hormonları bükerim diyerek 6 aylık çok steril bitkisel kür destekli bir yaşama geçerek ray değiştirdim.Bu süreçte geldiğim nokta şu an hormonlar büküldü 🙂 Eşimin şevkati desteği aşkı ve ilgisi ile bana daima koş telkinleriyle üstüme düşen tüm fiziksel ve ruhsal görevleri yerine getirerek menapozu geri çevirdik.Şimdi sıra bir araya gelme sebeplerimizden biri olan adını doğmadan koyduğumuz MAVİ UMUT bebeğin bize katılacağı günü bekliyoruz.Yolculuğumuz devam ediyor..Toparlamam gerekirse ; ne olursa olsun bilinçte kalmak şart.Kalabildiğinizde UMUT maymuncuğunuz,ister kapıları açın ister bu maymuncukla oynayın 🙂 (ironi oldu) 🙂
Sevgilerimi yolluyorum ,
AŞK LA <3
En dip not : bilinç evrimimi 3' e ayırıyorum ;
1. etap : fuck too sistem ! ( isyan ve sorgu evresi)
2. etap : rock too sistem ( cevaplar alındıkça yolculuk içinde an da hayatın ritmini yakalamaya başlama evresi )
3.etap : love too sistem ( BİZ olma hali,an olma,bilinç havuzunda yaşama )
🙂
Son büdüt : sürekli arayansanız,bilin ki yolculuğunuz her ne konu için olursa olsun basladıginız yerde bitecek yani simgesel ve ezoterik anlamda ” yılan kuyruğunu yutacak,açtıgınız döngü kapanacak”.pratik anlamda ise tüm bilgileri sorgulayıp potanizda erittiginizde aradıgınız cevabı hep burnunuzun ucunda bulacaksınız 🙂 Aşk la umut la neşe li ❤
supersiniz
Dune filminin sizin tarafınızdan yorumlanmasını çok isterdim.
İlk değilsiniz bunu söyleyen. Dune bana çok önerilen bir eser. Onca okuduğum bilim kurgu romanına rağmen (Arthur C. Clarcke, Isaac Asimov, Philip K. Dick…) modern bilim kurgunun mihenk taşı denilebilecek bu eseri yani Dune’u okumadım ve izlemedim henüz. Belki de doğru zamanı bekliyordum. Hani olur ya bir film ya da kitap rafınızda durur, herkes onu oku ya da izle diye ısrar eder ama siz o eserin sizi çağırmasını beklersiniz… İşaretler arttı belki de çağırıyordur, izleyip analizini yaparım ama zamanın ötesinde değil. Konsept olarak bu blogumda güncel film ve dizilerin analizini yapıyorum. Eski yapımların analizi için ayrı bir blog açacağım ve orada efsanelerin analizine yer vereceğim. Dune da listenin başında yer alacak analizlerden biri olacak 🙂
Merakla bekliyorum… 🙂 Bu arada Arthur C. Clarke’ın Childhood’s End isimli kitabını okumadıysanız ve dizisini (sadece 3 bölümden oluşan mini bir dizi) izlemediyseniz tavsiye etmek isterim. İnsanlığı bekleyen gelecek ile ilgili değişik fikirler ve dinsel/ spiritüel durumlar için farklı yorumlamalar var. Sevgiler…
Tam şu anda bu diziyi izlerken yakaladınız beni :)) Bir başka okur önerdi diziyi, ben de büyük bir Arthur C. Clarke hayranı olarak hemen izleyeyim dedim tabi ve 3. bölümü izlemekteyim şu anda :))
Şimdi bu tesadüf mü? 🙂 Yoksa J.L.Borges’in dediği gibi, tesadüf dediğimiz şey, nedenselliğin karmaşık işleyişini bilmememizden başka birşey değil midir?
Tesadüf dediğimiz şey bana göre tamamen Borges’in tanımı. Ki hatta önceleri Borges’in bu sözü söylediğini bilmememe rağmen başka yazılarımda bu inancımı yazmıştım. Aklın yolu bir. 🙂 Bu minvalde başka bir söz daha var ve o kadar etkilendiğim, içimde karşılık bulan bir sözdür ki, tüm zamanın ötesi blogunu tek cümleyle özetle deseler bu sözü gösteririm: “Yeterince gelişmiş bir teknolojiyi büyüden ayırt etmek güçtür.” -Arthur C. Clarke… Ve diziyi yani Childhood’s End’i izledim. Arthur C. Clarke yine ortak bilinçten akıttığı verileri yansıtmış eserine. Muazzam ötesi bir anlatım dili ve öykü. Üzerine konuşulacak çok şey var. 🙂
Aslında bu bölüm mutlu sonla bitmiyor, aslında sisteme uymaya devam ediyorlar… Eğer öyle olmasaydı, ‘ruh eşi’ olduklarını uygulama sayesinde bilemezlerdi, değil mi? (:
Evet selincik, sistem çalışmaya devam ediyor 🙂 Klasik bir black mirror finali. Yani mutsuz son 🙂
Geçen Sezen Aksu’nun haydi gel benimle ol şarkısını dinlerken bu yazı tekrar aklıma geldi. Şarkı yazıya yakışıyormuş, yada yazı şarkıya: Haydi gel benimle ol, oturup yıldızlardan bakalım dünyadaki neslimize, / Ordaki sevgililer özenip birer birer gün olur erişirler ikimize..
1984 te yazaılan bu şarkının diğer dizeleri de azımsanmayacak kadar çok bu dizinin bölümünü anlatır gibi: Zincirlere sığmayan sevdalar (yapay zeka modeli şehrin duvarları,programın sınırları), kızgın çöllerde görülen serapa gönderme yapan büyülü rüyalar metoforu (şehrin ve ilişkilerin büyülü bir rüya veya serap olması) , yıldızları tek tek yakmak (998 skoru) …
Bazı insanlar gelecekten ilham alıyor olmalı.
“Bazı insanlar gelecekten ilham alıyor olmalı…” Bu cümleden bambaşka bir blog yazısı ya da kısa öykü çıkar. 🙂 Ne güzel dediniz… Ve evet şarkı hakikatten de bu diziye ve bu dizelere uyuyormuş.
Aklıma ara ara niyetlendiğim bir fikri getirdiniz bu yorumunuzla. Hem Türkçe hem de yabancı sevdiğim pek çok şarkı var. Bazılarının sözleri o kadar güçlü ki; film analizi yaptığım gibi o şarkıların da analizini yapmak istiyorum. Üzerine uzun uzun yazmak istiyorum. Mesela Barış Manço’nun “Benden Öte Benden Ziyade” parçası. Ya da efsanevi Led Zeppelin grubunun “Stairway to Heaven” parçası… Manaları çok yoğun şarkı sözleri… Fakat bir yanım da diyor ki (muhtemelen sağ yanım :)) Bunlar adı üstünde şarkı. Yani duyguların tasfiri. Ameliyat masasına yatırıp didik didik etmek yerine sadece dinle ve o hissi yaşa… Yine de belli olmaz, belki aklım eser yazarım. 🙂 Değerli katkınız için çok teşekkürler.